(Bir zamanlar bir lokma ekmeği bölüşürken, acıyı mutluluğu paylaşırken, komşularımızın yanından selamsız sabahsız geçmez iken, yardımlaşmanın ne demek olduğunun bilincindeydik. Menfaatsiz, çıkarsız sevgiyi yürekten verirken, sevmek, sevilmek ayaklar altına henüz alınmamışken, güzeldik biz eskiden.
Öyle büyük şeylerde gözümüz yoktu, sımsıkı sarılışlar, ruhumuzu okşayan şarkılar, maskelerden arınmış yüzler, diline, ırkına ve dinine hiç aldırmadan seven kimselerdendik biz eskiden).
Hani taa ilkokulunun ilk sınıflarında öğrendiğimiz bir senenin içindeki ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış olmak üzere dört mevsim vardır ya, işte o yıllarda; köyde kadın, erkek ve hatta çocuklar, hemen hemen sabahın ilk saatlerinden yatsı namazına kadar mecburen faaliyet içinde olurlardı. Çünkü kış gelmiş, daha evvel isimlerini saydığım binlerce çeşitli hayvanlarımız da meradan köye dönmüş, ve insanların bakımına muhtaç duruma gelmiş olurlardı.
Kışın ara sıra o yıllardaki adı ile “Ölü yeli” şimdilerde ise Lodos denilen rüzgarlar; köyün hemen civarındaki Döşeme, Pınarkolu veya Nalıma gibi yerlerin karlarını erittiğinden, birkaç saatliğine de olsa, hayvanların bazıları buralara çıkarılarak, oralarda otlamaları, daha ziyade hava almaları sağlanarak, tekrar köyde bakıma alınırlardı. Bu mevsimde; davar cinsinden koyun ve keçiler de döl vermeye başladığından, yeni kuzu ve oğlakların sesleri, analarının seslerine karışır, yavaş yavaş köydeki bütün hayvanlar da, esas olmaları gereken civardaki döllük, yayla ve oradaki meralara kavuşurlardı.
Bu arada artık havalar da yavaş yavaş ısınmış, nadas mevsimi gelmiş olup, o yılların en kıymetli hayvanlarından olan öküzlerin çektiği sabanlarla, her gün evlekler, evleklere ulanarak, önümüzdeki yıl ekilecek araziler için nadas başlamış olurdu. Umumiyetle tarlalar köyden uzakta olduklarından, bir günde sürülecek evlek tamamlanır, öküzler otlamaya bırakılırdı. Nadas işi bitinceye kadar, geceleri oralardaki bir damda yatılır ve kendilerine aileden biri tarafından 2-3 günde bir azık getirilirdi.
Tam bu mevsimde geçen güz aylarında göneni de yapılarak ekilen sulu arazilerde; hele bir de zamanında bir iki defa sulanabilmiş veya bol yağmur almış ise, artık hem boylanmaya ve hem de başaklarını çıkarmaya başlamıştır.
Nadası bitirmiş olanların o kıymetli öküzleri ise; artık harmana kadar boş olup, birilerinin gözetiminde güdülürdü. İşte benim de bir başkasının işinde ilk defa çalışma hayatım; üçüncü sınıfın yazından itibaren, Kocaağaların Ömer’in Nalıma sırtlarında bu öküzlerin çobanlığı ile başlar.
Nadas işini yapanların ayaklarında; çokça kendilerinin büyükbaş hayvanlarının derisinden diktiği çarıklar olur, bunları giyenler için hafiftir ama, zamanla kuruduklarından, ayağı sıkar, suyla ıslatılarak, tekrar giyilirdi.
O yıllar; adına “Kara Lastik” de denilen ayakkabılar henüz bilinmediğinden, köyde biraz varlıklı ve yaşlılar, abdesti kolaylaştıran mest lastik, diğerleri de o yıllarda kalitesiz olduğundan çabukça eskiyen kundura, yemeni gibi, isimlerle bilinen, ucuz ayakkabılar giyilirdi ki, bu ayakkabıların kısa zamanda eskimesi sebebiyle, Karamandan gelmiş eskici ustalarına, ücreti ödenerek, tamir ettirilirdi.
İlkokula gittiğim sıralarda; bilhassa kış günlerinde giydiğim ayakkabının yırtık veya deliklerinden giren sular çoraplarımı da ıslattığından çok üşürdüm. Bilhassa tatil günlerde; bazen köyün hemen girişinde mağaralar ve kaya bloğunun yukarı kısımlarının öne doğru eğikliği sebebiyle; kar ve yağmurun değmemesinden, toprağı devamlı kuru olan Korundibi’ne gider, hele bir de güneş varsa; kayaya çarpan güneş ısısının, oralara yansıması ile ben de ısınır ve sevinirdim ki, hala o günler, şimdilerde her aklıma geldiğinde, boğazımda acı duygularla gözlerim yaşarır. Çünkü ne sırtımda ne de ayağımda, doğru dürüst bir giyeceğim olmadığından, o yıllardaki uzunca süren o kış günlerinde, hep üşümüşümdür...
Yine o günlerden hatırladığım kadarı ile, bilhassa yaşlı kesimin bir kısmının giydiği en üst giysiler, yani pantolon ve ceketler, köyde üretilen kalın dokumalardan oluşturulur, hali vakti yerinde olanlar da Karamandan temin ettikleri fabrikalarda dokunmuş, biraz daha kaliteli kaba kumaşlardan giyer, diğerleri de yine Karamandan satın alınan, daha ucuz kumaşlardan olurdu. Çoğu ailelerin çocuklarının ceketi bile bulunmazdı. Ben ve o köyden birkaç arkadaşımla birlikte 1944 yılı güzünde yatılı bir Devlet okuluna gidinceye kadar da, hiç olmamıştı. O yıllarda adına ince kumaş veya İngiliz kumaşı da denilen, daha kaliteli giyecekleri ise; yıllar, yıllar sonra, ancak görecek ve yiyecektik.
O günlerde “Yar yatakta, çocuk kucakta sevilir” diye bir deyim de vardı ama yaşamda; bütün bu imkânsızlıklar arasında, bir de örf ve adetler vardı ki, buna göre büyükler yanında, kendi öz çocuğunu kucağına alma, ona ‘oğlum’, ‘kızım’ diyerek sevme, asla hoş karşılanmazdı. O günlerden kalan bu alışkanlıkla, ben bugün bile çocuklarıma; oğlum, kızım diyemeyenlerdenim.
Köyde yakınlarımız haricindeki bütün büyüklerimize hürmetten mi? Adetten mi? bilmiyorum ama, ismini de biliyorsak, o ismin arkasına; kadınsa Aba-Abla, erkekse yine isminin arkasına Ağa-Abi diye hitap eder, onlara hürmeten, yalnız bir şey sorarlarsa; ancak cevaplardık.
Düğünlerin tamamı diğer mevsimlerde; işlerin sona ermesinden sonra, yani kış mevsiminde yapılırdı. Harmanların kaldırılmasından, bu işlerle uğraşanlara da o yıllarda “Güzyiğiti” denirdi. O yıllardaki tek geçim işinin çiftçilik ve bunun için de iş gücü kaynağı insana ihtiyaç duyulması sebebi ile, gençler çok erken yaşlarda evlendirilirdi ki, hele bir de hali vakti yerinde olanlar, hemen askere gitmeden evlenmiş ve çoluk çocuğa da kavuşmuş olarak giderlerdi..
O yıllarda bir de çok eskiden beri bütün Türkiye’de olduğu gibi köyümüzü de kasıp kavuran; ismini bildiğimiz veya bilemediğimiz hastalıklar vardı ki; bilinen veya henüz daha keşfedilememiş ilaçlar, doktor ve sağlık elemanı azlığı, olsa bile; yol ve vasıta olmadığından oralara ulaştıramadığımızdan, çok genç yaşta kaybettiklerimiz. .
DDT denilen ilaç çıkıncaya kadar, köyde hemen herkesin başı ve çamaşırlarında, bilhassa da, kadınların uzunca olan saçlarında bit hiç eksik olmamıştır. Bu sebeple ilkokulu okuduğum ve hatta sonra devam ettiğim Ziraat Okulunda da; her sabah bit muayenesinden geçirildiğimizi bilirim. Köyümüzde bir müddet bu bitlerin taşıdığı Tifüs hastalığı da olmuş, bu sebeple de, genç, ihtiyar demeden günde iki üç cenazenin kaldırıldığına da şahit olmuşumdur ki, o günlerde köyde “Acaba bugün kimler ölür” korkusu herkeste vardı.
Doğum sırasında kaybettiğimiz genç kadınlarımız, o zamanki adı ile ‘satlıcan’ denilen, sonunda çokça ölümle neticelenen Zatürree’den, “karnından bir ağrı tuttu, sebebi o oldu” dedikleri, kıvrana kıvrana gözümüzün önünde Apandisit’den, o günlerde ismini hiç işitmediğimiz Kanser veya daha nice hastalıklardan, ne kadar canların gittiğini yalnız Allah bilir.
Köyde sıtma geçirmeyen hemen hemen hiç kimse yok gibiydi. Ben bile her gün akşama doğru sıtmanın ateşi ile kıvrandığım günleri hatırlarım. Bu hastalığın ilacı olan Kinin’e sanırım herkeste yeterince ulaşamadığı için. aylarca çektiğim bu hastalıktan, rahmetli babamın üzerine damlatılan bir ilaçla, rengi sarı veya kırmızıya dönmüş, bir adet ama çok acı çay şekerini yedikten sonra, sıtmadan kurtulmuştum. O yıllarda ismini benim de duyduğum, ancak şimdilerde hatırlayamadığım, belki de yasak veya kocakarı ilacı olan bu ilaçlı şeker, beni o sıtmadan kurtarmıştı..
O yıllarda köyde her zaman olan Sıtmadan sonra ikinci hastalık olan Verem-Tüberküloz vardı ki, çoğu zaman belkide sıtmanın kansız bıraktığı ve yeterince beslenemeyen insanlarımızda bulunur ve hemen hemen çoğu da ölümle sonlanırdı ki, bunlardan biri de babamın tek kardeşi olan, halam olmuştu.
Bir de köyümüzde çok olduğunu asla zannetmediğim zührevi hastalıklar vardı ki, bu sebeple yeni evlenecek erkeklerin kanun gereği bir doktorun muayenesinden sonra evlenmesine müsaade edilirdi. Bu sebeple 1952 yılı güzünde evleneceğimde ben de Karamanda, Hükümet Tabibi tarafından görülmüştüm.
Türkiye’de o yıllarda bilinen büyük çaplardaki bu hastalıklara ilave olarak; göz hastalıklarından trahom da hatırı sayılan hastalıklardandı ama, tifo gibi bildiğim kadarı ile onunda köyümüzü pek etkilediğini sanmam. Ancak o yıllarda evlerimizdeki odaların duvarları; köyde Kestel Düzlüğü adındaki mevkide bulunan ve adına Ak Topraklık denen yerden, kadınlarımızın bizzat kazarak çıkardığı, sonra da suda ıslatarak adına cıla dedikleri bir karışımı, ellerine aldıkları bir bez parçası ile duvarlara sürerek beyazlatılırdı ki, bu toprak ve köyün içme ve kullanma sularının tamamını Pınarkolu mevkiinden köydeki çeşmelere kadar taşıyan künklerin Asbestli, yani kansorijen topraklardan yapıldığını bilmediğimiz için, o yıllarda adını bile bilemediğimiz Kanserden kaç kişiyi kaybettiğimizi, yalnız Allah bilir.
İşte o yıllarda insanlarımızda çokça bir hastane veya doktora görünme imkanları bulunmadığından, bildikleri veya bildiklerini sandıklarları bu hastalıklara karşı öncekilerden görüp veya kendi tecrübeleri çarelerle veya hastalık gelmesin diye yine eskilerden gördükleri adetlerle, bunların mücadelesini yapmaya çalışıyorlardı ki, bunlarda aklımda kaldığı kadar :
Bilhassa kış günlerinde ayağında ve sırtında gereği kadar koruyucu giysisi bulunmayan, iş/güç ve hayvanların bakımı gibi sebeplerle dışarıda kalıp üşütenlere (kupa) şişe çekerek veya ceviz ağacının yaprakları içinde terletilerek, hastalıklarından kurtulmaya çalışılırdı. O sırada bu hastalara bolca dağçayı ile birlikte Opon veya Gripin de içirilerek, daha çok terlemeleri sağlanırdı.
O yıllarda adına ‘satlıcan’ denilip, bilhassa yaşlı kimseler ile çocuklar üzerinde daha etkili olup, bugünkü adı ile de Zatürre olarak bilinen bu hastalıktan da, ne kadar insanımızı kaybettiğimizi yine yalnız Allah bilir.
Nazar için o yılların bütün çocukların omzunda dikili olan bir gök boncuk, bir küçük iğde dalı parçası ve hemen yanında hocaya yaptırılıp kalınca bir kumaşa sarılıp dikilen muska bulunurdu. Nazarlı olanlar bir hocaya götürülür, hoca onu okur ve yüzüne üflerken “tü, tü” diye hastayı sıvazlar, geçmiş olsun temennisi ile de işini bitirirdi.
Nazar için bir de; “kurşun dökme” işlemi yapılırdı ki, şimdi bile o işlemi gözümün önüne getirdiğimde tüylerim diken diken olur.., Hani bir tavanın içinde eritilen kurşunun hastanın başı üzerine getirilerek başka bir kap içindeki soğuk suya aktarıldığında caaaş diye bir de ses çıkarırdı ya, işte o anda oradan sıçrayan bir parçasının hastanın başına isabet etme ihtimalini, şimdi düşündükçe olacakların dehşetini hala içimde duyar tüylerim ürperir. Bu işi yapan kimse ise; soğuk suyun içine dökülen erimiş kurşunun fiziki yönden şekli değişip göz göz olduğunu da hasta ve oradakilere göstererek; “Bak şu gözleri gördünüz mü? Gözü çıkasıcalar, nazar değirmişler” der, buna da inanılırdı.
Aramızda Şarlak ta dediğimiz yukarı mahallede bir de “Kıyıcı Ocak” vardı ki, köy içinden, civar köylerden ve hatta Konya’dan bile bu ocağa her türlü hastalık için çare arayanlar gelirdi. Buraya gelen hastanın üzerine veya ağrıyan yerine; kırmızı bir bez serilir, eline büyükçe bir bıçak alan ocağın kıyıcısı da, bu bıçağa, o bezin üzerinde kıyar gibi hareketler yaptırırdı ki, buna da “kıyılma” derlerdi. Bu ocağa yürüyemeyen veya ağrılar içinde gelenlerin, kıyıldıktan sonra şifaya kavuşarak ayrıldıkları söylenir.
Yukarıda da yazdığım gibi; o yıllarda bir sağlık kuruluşu veya doktora ulaşmak bizim için imkânsız bulunduğundan, tamamen şans ve kaderimizle baş başaydık. Yani o günlerin deyimi ile, aşağı yukarı “Kıran artığıydık”.
(DEVAMI VAR