ESKİ ZAMAN ÇOCUKLARI 1

“Biz eski zaman çocuklarıyız, küçük şeylerle mutlu olmayı öğrettiler bize, bir avuç sevgi, bir yudum huzur, bir dilim umut yeterdi hepimize”

Bizim kuşaktan olup, o yılların bütün zorluk ve imkânsızlıklarını bizzat yaşamış olduğu anlaşılan bir şairin dizelerini hatırlayabildiğim kadarı ile dile getirmeye çalıştım. 

Evet, ben de aşağı yukarı Cumhuriyetin hemen hemen onuncu yılında, eski yıllardaki adı ile İBRALA, yenilerde ise Yeşildere denilen tarihi beldede, fakir ve kalabalık bir ailenin en büyük çocuğu olarak 1932 yılında doğmuş ve çocukluğumu da, o yıllardaki akranlarım arasında, şairin tarifine ençok uyan biri, olarak yaşamış biriyimdir. 

Benim doğumumdan on veya on beş yıl önceki Birinci Dünya Savaşında kocaman bir imparatorluğu kaybetmekten başka, bugünkü sınırlarımız içindeki son sığınağımıza saldıranların da, savaşlar artığı onbir milyonluk, yorgun, yoksul ve hasta olduğu halde canını dişine takmış, varını yoğunu ortaya dökmüş ama milli duygularla dolu kahramanlarımız tarafından kurtarılmasının hemen sonrası “Asıl savaş şimdi başlıyor” diyerek cehalet, çok çeşitli hastalıklarla mücadele ve en acil ihtiyaçlar içinde yine bu fedakar, yoksul milletin dişinden tırnağından artırarak verdiği vergilerle, o günlerde hiç olmayan ama gerekli hizmetler teker teker hizmete de sokulmuştu. ki o yılların olanlarını, bugün Onuncu Yıl Marşı’nda da okuyup öğreniyoruz. 

Şimdi düşünüyorum da; o yılların Türkiye coğrafyası içinde doğmuş olduğum köyde kendimi yine de şanslı hisseder ve sevinirim. Çünkü o yıllarda köyüm büyük bir nahiye merkezi olduğundan; nahiye müdürü, nüfus memuru, Jandarma ve enbüyük nimet olarak ta güzel bir binada beş sınıflı ilkokulumuz bulunuyordu.. 

Yine başka bir şairimizin “Orda bir köy var uzakta, O köy bizim köyümüzdür, Gitmesek te, kalmasak ta, O köy bizim köyümüzdür” mısralarında olduğu gibi; ataları orada yaşamış, ama bugün kendileri nerede oturur olurlarsa olsunlar, bu yazıya ulaşabilen yeni neslimize de, doğduğum tarihten, hayata atıldığımdan 1950 yılında bu beldeden ayrıldığım tarihe kadarki çocukluğumda, orada olan yaşantının tamamını bizzat yaşamış biri olarak görüp bildiklerimi, aklımda kaldığı kadarıyla anlatmak istedim ki, kendilerinin de nasıl bir ortamın içinden, bu günlere çıkıp geldiklerini anlasınlar istedim.  

Anamın anlattığına göre; arka arkaya doğan sonra da, küçük yaşlarda ölen üç kardeşimden sonra ben doğmuşum. Ama benim de öleceğimden korkan anam ve babam, birilerinin tavsiyesi ile, kocaman o köyde hiç olmayan bir isim olarak adımı Tevfik koymuşlar.   

Çok zayıf, çelimsiz biri olduğumdan da, o yıllardaki adetlere göre; değirmen çarkının altından aldıkları bir güğüm suyu, güneşte ısıttıktan sonra, beni bu suyla çimdirmişler (yıkamışlar). Birinin sırtına bindirip, köyün etrafını dolaştırıp, karşı yakadaki, üzerinde dilek bezlerinin bağlandığı dedeye ait iğde ağacının kökünü dolaştırıp, oradan aldıkları iğde dalını giydiğim entarinin omzuna nazar kâğıdı ve boncuğu ile dikmişler, en son olarak sonrada da Karamanda, Demir Gömlek Ocağından bile geçirilmişim. 

İlk hatırladığım kuzey tarafı bir komşunun yüksekçe duvarı sebebiyle soğuk rüzgarlara kapalı olduğundan, sonraları biz çocukların da ilk oyun yeri olacak ahır ve samanlığımızın geniş toprak damındaki bir komşu çocuğunun sünnet düğünüydü. Ben çok küçükken sünnet edildiğim için, kendi sünnetimi hiç hatırlamam. 

İlk oyuncaklarımız ise; amcamın oğlu İsmail ile birlikte Romalılardan mı?, yoksa Selçuklulardan mı? kaldığını pek bilemediğim, o yıllarda metruk haldeki kapısından eğilerek zor girdiğimiz hamamdan, yıllarca sel sularının getirdiği, sonra da sakız gibi kıvamlaşan çökerti-çamurla, yine o ahır damında yaptığımız at, araba, ev, çeşitli hayvanlar, (Gonfuraf) Gramofon ve kendisini bizzat hiç görmediğimiz (Tomafil) otomobil gibi oyuncaklarımızdı. 

Evimiz Hacı Bayram Mahallesinde, dedelerimizden kalan, içinde; amcam, biz ve en yakın ihtiyar bir ninemizin evleri, ayni zamanda hayvanlarımızın barındığı ahır ve samanlığı da içine almış, iki kocaman kapılı bir (Hayat) avlu içindeydi. 

Bu avlu ve evlerin dedem Osman ve onun kardeşi babamın da amcası olan Hasan amcama köyde demircilik yapan Süleyman adındaki büyük dedemden kaldığını duymuştum. Bu sebeple de, bize lakap ve şöhret olarak Demirci Süleyman Oğulları da denildiği için, Soyadı Kanununa göre DEMİR soyadını da oradan almışız. 

Hasan (Boduk Hasan) amcam, dedem Osman’dan daha büyük yaşta ve sağlam, dedem ise; ondan küçük ve ayni zamanda çolak olduğu için avlu içindeki en sağlam ve kullanışlı ev amcama, sonradan yapıldığı anlaşılan küçük ev de Osman dedeme verilmiş olup, işte ben bu evde 1932 yılında doğmuş, bu avlu içinde, ilk çocukluğumu yaşamış ve 1940 yılında ise, bu ev ve avludan ayrılarak, şu andaki evimizin yerindeki, ikinci evimize taşınmış oluyorduk. 

Yukarıda da bahsettiğim gibi, avlu içindeki büyük evde amcamlar otururken, biz sonradan yapılmış, kendilerini hiç görmediğim dedem Osman ve onun eşi, o yıllardaki deyim ile ebem, şimdilerde ise babaannem Şerife’den kalan, daha küçük bu evde oturuyorduk. Evimiz güney cepheli, tek pencereli, tek odalı ve küçük bir aralığı da olan, köyde çok evler gibi tek katlı ve üzeri toprak örtülü bir evdi. 

Odanın bir duvarının boşluğuna yerleştirilmiş büyükçe bir un sandığı, onun üzerine konulan yataklarımız ve perdesi, diğer duvarda bir bacada, babamın eski harflerle yazılmış Kerem ile Aslı, Aşık Garip gibi hikaye kitapları ile birlikte, çok hacimli ve sayfalı adını Ahmediye diye bildiğim dini bir kitap, hemen yanında bez bir torbanın içinde çoğu kez Perşembe ikindiden sonra okuduğu Kur’anı Kerim ve pencereye yakın bir çivide takılı, içinde gazyağı yakılan lambamız. 

Aralıkta ise; testi, güğüm gibi sularımızın konulduğu ve ayni zamanda anam ve babamın yıkandığı, suları bir boru ile dışarıya atılan, düz saylardan oluşan, adına suluk veya gusülhane de denilen, duvarda çakılı kap kacak gibi eşyaların konulduğu ahşap raflar. Biz çocuklar kışın sobanın, yazın ise çokça avlu içinde evimizin hemen önündeki, üzerinde çamaşırların da tokuçlandığı, düz say üzerinde, anamın yardımı ile yıkanırdık.. 

O evde hatırladıklarımdan biri de köyümüzün başöğretmeni Latif Beyin yaz tatiline giderken o yıllarda köyde hiç olmayan Gramofonu, babamın okulun hademesi de olduğundan bize bırakması olup, onun plakları arasındaki; “Adalardan bir yaz gelir bizlere”, “Çıkar yücelerden ..” gibi şarkıları hatırlarım.. 

Amcamın evine gelince; büyük dedem Süleyman’‘dan  kalan bu evde, köydeki bütün evlerde olduğu gibi kerpiçten yapılmış, üzeri toprak, tek katlı ve aralığı olan, bizim eve göre daha geniş ve rahat olup, yapıldığı yıllarda soba olmadığı için, kapıdan girildiğinde tam karşı köşede şimdilerdeki şöminelere benzeyen ama daha genişçe, tandırı ve ocağı bulunan ve bunlarda yakılan odunların dumanın çıktığı ve damın üzerinden en az yarım metre kadar yüksek (mohurlu) bacası bulunuyordu. 

Sobalar çıktığından artık bu ocak kullanılmıyordu ama, köyde bizden evvelkilerin nasıl ısınıp aydınlandıklarını da, bizlere kadar aktaran tarihi şahitlerden biriydi. Sonra  bizde olmayan ama bu evde gördüklerim arasında görünüşlerinden, çok eski yıllarda yapılmış ve yengemin becerikli ellerinde de kullandığını gördüğüm ahşap gergef, kocaman bir ip bükme çıkrığı, halı, kilim ve eski yıllarda erkeklerin de giydiği dış giysilerin (pontur) pantolon ve ceketlerin de dokunduğu (ıstar) dokuma tezgahı, eski yıllarda gazyağının olmadığı veya gelmediği yıllarda, geceleri evlerin aydınlanması için çıraların yakılması sırasında dik durması için, üzerinde delikleri de olan, adına “köle” dedikleri, topraktan yapılmış aygıt ve yine topraktan yapılmış başka yerlerde yakılan meşe közlerinin içine konulduğunda, evin bir köşesinde hem evi ısıtıp ve hem de bilhassa geç pişen fasulye ve nohut yemeklerini tıkır tıkır seslerle pişiren, köz ocağı veya maltız aklıma gelenlerin bazılarıdır. 

İşte çocukluğumda o çok kar yağdığı yıllarda babam ve emmimin zor şer de olsa yukarıda Koca Ağaların Odasına gittiğinde, biz çocuklarla bu tarihi evde toplanır, bir taraftan  koca tabaklar içine önümüze konulmuş bulgur ve kavurga’ları atıştırırken, pür dikkatle masallar deryası yengemin anlattığı, uzun hikayeleri dinlerdik ki, sanırım bugün edebiyata azıcık meylim varsa, onu da rahmetliler bu yengeme ve  ceketinin iç cebinde iyi kötü bir defter ile, o yıllarda  kullanılan kopya kalemini hiç eksik etmeyen, babama borçluyumdur. 

İşte o yıllarda yani 1940 yılında, o avlu içinde, bazı değişiklikler yapılmış,  biz hemen o avlunun güneyimizdeki yol üzerinde yalnız kendimize ait küçük bir avlu içinde, penceresi ve avlu kapısı yola bakan, altında ahır ve samanlığı da bulunan, üzerindeki yine tek odalı ve aralıklı, yeni evimize taşınmış olup, ben de evimize yakın, tarihi bir kitapta okuduğuma göre 1645 yılında köyümüzden Hacı Ali adındaki kişi tarafından kiliseden camiye çevrildiğini öğrendiğim, adına Aşağı Cami veya Kilise Camisi de denilen tarihi binaya bitişik, yine 1952 ya da 1953 yılında yanarak tamamen yok olan, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılıp, önünde küçük bahçesi de olan, yarı ahşap ilkokulda, 1939–1940 öğretim yılı itibariyle okula başlamış oluyordum. 

Okula başladığımda; şu anda tamamı Allahın Rahmetine kavuşmuş bulunanlardan ve uzun yıllar köyümüzde başöğretmenlik yapmış değerli hocalardan Latif Turhan gitmiş, yerine yine çok değerli hocalardan Sırrı Çömlekçi başöğretmen olarak gelmiş, aslı köyümüzden olan ve sonradan dünürümüz de olacak Kemal UYSAL vekil öğretmen, yine köyümüzden Hasan adında bir eğitmende okumuştuk ki, ben dördüncü sınıfa kadar bunlarda okurken, hemen hemen her gün de, Başöğretmen Sırrı Beyin kontrolünden geçer, bilemediğimizde çok kez cezalandırıldığımızdan, O’ndan çok korkar, ancak en iyi bilgileri de, O’ndan öğrenirdik 

Ben dördüncü ve beşinci sınıfı, köye yeni gelmiş, yine çok değerli bir öğretmen olan Süleyman Aşçı adındaki öğretmende okumuş ve 1944 yılında, O’nun zamanında ilkokuldan da mezun oluyordum.  

Okula ilk başladığımda; çok meraklı ve, artık algılama da denilen düşünme, neden, niçinleri kavramaya da başladığımdan, o yıllardaki çocukluğumu hatırladığımda; şimdi bile içimin derinliklerine yerleşmiş, yoksulluk ve çaresizliğimizin acısını duyar, boğazımda düğümlenen çok acı duygularla, burnumun delikleri sızlarken, hüzünlenir ve gözlerim yaşarır. 

Çiftimiz, çubuğumuz olmadığı için, geçimimizi; babamın ilkokul hademeliğinden aldığı ufacık bir ücret ve Yukarıdere’de bulunan iki küçük bahçenin meyve ve sebzeleri ile sağlamaya çalışırken, ailemizin yeni kardeşlerle kalabalıklaşması ve o günlerde bir de İkinci Cihan Savaşının başlaması ile, Türkiye çapında köyümüze de çeşitli külfetler yüklemesi sebebiyle, babamın aldığı ücret, temel yiyeceğimiz ekmeği bile karşılamaz duruma gelmişti. 

İşte o yıllar babamın; arkadaş ve akrabalarımızdan zor şer bulabildiği bir çuval buğday, arpa ve mısır karışımını, un yapmak üzere değirmene götüreceği sırada, komşu bir kadının; “Hay dayı, onu bir değirmenlik yapsaydınız da, değirmene öyle götürseydin ya”,  (değirmenlik; o karışımın bir kalburdan geçirilerek çalkanması ve içindeki yabancı maddelerin ayrılması) demesi üzerine; “Hay Zahide. Bu kadarını da zor buldum. Ben elimden gelse çoğalması için içine toprak karıştırmak isterken, sen değirmenlikten bahsediyorsun” veya anamın; “Hay Mustafa, un sandığının yanına giderken bildiğim bütün duaları okuyarak gittiğim halde, mübarek yine de çabucak bitiyor” sözlerine “Şerife un az da öyle. Çok olsa sen un sandığına, duayla değil, türkü çağıra çağıra varsan yine bitmezdi” laflarının, o köyde uzun yıllar söylendiğini de hatırlarım. 

 (Devamı gelecek yazıda) 

YORUM EKLE

banner284