“On parmağında on marifet” diye çok anlamlı bir söz vardır; benim on parmağımda on marifetim yok; ancak çocukluğumda ülkemizdeki milyonlarca çocuk gibi on farklı yere koşturdum.
Evimiz ve okulumun dışında gördüğüm üçüncü mekân bir eskici dükkânı oldu. Babam, beni Cumhuriyet Parkı’nın Güneybatı ucundan İsmet Paşa Caddesine uzanan dar bir sokaktaki küçük bir dükkâna sabah saatlerinde götürdü.
Uzun burunlu, soluk benizli zayıf bir kişi, giydiği deri önlüğüne ellerini silerken, bana hiç bakmadan, babamla kısa bir konuşma yaptı, babam gittikten bir süre sonra küçük bir sandalyeyi göstererek, oturmamı söyledi. Bir müddet, önündeki ayakkabının alt kısmına bir tempo tutturarak küçük çivileri çakmaya başladı. Arada sırada elindeki bir aletle çaktığı çivileri çıkarıp, yan taraftaki bir çay bardağı altlığına koymaya başladı. Neden sonra bana dönerek: “her sabah dükkânı süpüreceksin, suları çeşmeden dolduracaksın ve şimdilik verdiğim bu çivileri doğrultacaksın,” diyerek yerinden kalktı, bir deri parçasını sol dizime koydu, küçük bir çekici vererek, önüme koyduğu bir demir parçası üzerinde çivileri düzeltmemi söyledi.
Usta, önüme koyduğu yamulmuş çivileri nasıl düzelteceğimi söylemeden, yerine geçip oturdu.
Önümdeki çivileri sol parmağımın biri ile tutup, diğer elimdeki çekici çivinin üzerine değil, parmağıma vurdum. Parmağımda çok acı hissettim. Tekrar çekici çiviye vurmaya çalıştım ve çiviye vurdum. Sonraki vuruşlarım sürekli olarak parmaklarıma oldu. Canım çok acıdı, parmaklarım morarmaya başladı.
Bir müddet sonra, hiçbir şey söylemeden ayağa kalktım, dükkândan uzaklaştım ve eve geldim. Annem telaşlandı, neden geldiğimi sordu. Eskici olmak istemediğimi söyledim. Dışarıya çıkıp, arkadaşlarımla oyuna daldım.
Akşamüzeri babam oyun esnasında yanıma geldi, hiçbir şey söylemeden arkadaşlarımın yanında vurmaya başladı ve eşek sudan gelinceye kadar dövdü.
Oyun esnasında hissetmediğim parmaklarımdaki acıları ve vücudumun farklı yerlerinde oluşan acıları duyarak eve girdim.
Babam, bir sonraki gün, yanılmıyorsam eski sinemaya yakın bir yerde bulunan Kur’an kursuna götürdü. Kaşları, saçı, bıyıkları beyazlaşmış bir kişi ile konuşup, gitti.
Odada benim yaşlarımda yirmi kadar çocuk vardı. Bazıları bana gülerken bazıları da hiç duymadığım ve anlamadığım sözcükleri durmadan tekrar ediyorlardı.
Hoca, önüme içinde karışık şekiller bulunan küçük bir kitap bıraktı ve bunları öğreneceksin dedi. Ama önce abdest almalısın diye de ekledi.
Birkaç musluğun olduğu bölüme geçtim, çocuklar, bana bakarak gülmeye başladılar. Abdest almayı bildiğim için çocukların gülmeleri kısa sürdü.
Ama ben, Haziran ayının bu sıcağında abdest almanın serinletmesini sevdim. Her fırsatta diğer çocuklarla abdest almaya başladık.
Bana verilen kitaptaki harfleri hiç anlamadım, çocuklar okurken ne okuduklarını bilmeden, okunanları ezberlemeye başladım.
Hoca, olduğu yerde oturuyor, sırası gelen çocuklar hocanın karşısına geçip oturarak, okumaya başlıyorlar. İki kulağı hocanın avuçlarına alınan çocuklar, yanlış okuduklarını, hoca tarafından kulaklarının çekilmesiyle anlıyorlar.
Kursa başladığımın ikinci günü, hocanın karşısına geçtim. Önümdeki hiçbir harfi bilmeden ezberimden okumaya başladım. Okuma ilerleyince kulaklarım çekilmeye başladı. Böylece çekiç acısı, dayak acısına bir de kulak acısı eklendi.
Bu durum tam beş gün sürdü. Ancak birkaç harfi öğrenebildim. Bu arada kulaklarımın acısı her geçen gün fazlalaşmaya başladı. Anneme söyledim, akşam olunca babam durumu öğrendi, kulaklarımın arkasına baktı, ben gösteririm o Ak Hoca’ya dedi ve bana dönerek, artık gitmeyeceksin tamam mı diye kızgın bir şekilde beni uyardı.