Bilindiği gibi, Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesinden Basra Körfezine kadar uzanan Fırat ve Dicle Nehirlerinin arasında kalan bölgeye, Mezopotamya da denilmektedir.
Milattan önceki devirlerden başlayarak Sümerlerin, Akatların, Babillerin, Asurluların ve daha nice kavimlerin yaşadığı bu günkü Irakta; Osmanlı İmparatorluğu döneminde de, Musul, Bağdat ve Basra Vilayetleri, dünyanın en önemli, bereketli ürün alanlarından biridirler.
Yakın tarihimizin de en önemli olaylarının geçtiği, şimdilerde ise yine onlar için pek önemli olmasa da, bizlerin kendilerini hala din kardeşliği saydığımız Irak halkının, oralardaki Türkmen kardeşlerimizin hayatının tehlikeye düşmesi ve en önemlisi de; Irak ve Suriye ile bitişik sınırlarımız ötesinde terörist saydığımız birilerinin, yeni bir devlet kurmaya çalışmaları, en önemli güncel sorunumuz haline gelmiş ve hiç hız kesmeden, katmerleşerek devam edip gider.
Bu güncellik sebebiyle, bundan önceki yazımda; Birinci Dünya Savaşı sırasında, Irak cephesinde çarpışan bir subayımızın, İstanbul’dan ayrıldığı tarihten başlayarak, esir olup İngilizlerce Hindistan’daki esir kaplarına gönderildiği tarihe kadar, cephede karşılaştığı olayları “Irak Cephesinde Çarpışan Bir Zabitimizin Günlükleri”başlıklı yazı ile, Niyazi Ahmet Banoğlu’nun bir yazısından aktarmıştım.
Anılan yazıda; ismi dahi tespit edilemeyen bu subayımız anılarında; cephede karşılaştıkları zorluk, açlık, susuzluk ve en kötüsü de onları düşmanlarından kurtarmak için orada bulundukları halde, en fazla ihaneti de kendi din kardeşleri Araplardan gördüklerini acı acı anlatmıştı.
Şimdi bu yazımda da; küçük rütbeli bir subay iken Balkan Savaşından sonra Çanakkale Savaşında çarpışırken ağır yaralanıp, iyileşince Irak Cephesine giden,burada da İngilizlere esir düşüp, Hindistandaki esir kaplarına gönderilen, oradan döner dönmez de Kurtuluş Savaşına katılan, Turgut Özakman’ın; “Türkiyeyi kurtuluşa çıkaran, o yenilmez, yorulmaz kuşağın önünde saygıyla eğiliyor, hepsini rahmetle anıyorum” dediği muharip gazilerden Nurettin Peker’in ‘Musul Petrollerini Nasıl Kaybettik’isimli yazısından aktarmalar yapmağa çalışacağım.
Nurettin Peker anı yazısında şöyle der:
‘O yıllar İngilizlerin birer sömürgesi halindeki Mısır ve Hindistan yolu buradan geçtiği, Rusya’nın da sıcak denizlere ve petrol yataklarına inmek arzuları ve rekabeti ta o günlerden başlar, der ve devamla;
Daha önce onüçüncü kolorduyu başarılı bir şekilde idare eden Ali İhsan Paşanın Kafkas Cephesine gönderilişi, bizleri epey üzmüştü ama tekrar Irak Cephesinde Altıncı Ordu kumandanı olarak geldiğinden moralimiz yükselmişti. Paşanın bilgi ve enerjisi yanında, yıpranmamış taze kuvvetlerini de alarak, Bağdat ve zengin kaynaklarını kurtaracağımızı da sanıyorduk. İşte tam bu sırada Ali İhsan Paşanın taze kuvvetler almasına ve harekete geçmesine fırsat vermeden İngilizler Suriye ve Irak’ta genel taarruza geçtiler.
Bu savaşta İngilizlerin en büyük yardımcısı Şii Araplar ile İbrani Yahudilerdi. Bilhassa bu Arapların ellerinde silah ve ağızlarında cembiye denilen eğri keskin bıçaklardı ki, ateşli silahlar yanında bu bıçaklarla karnı deşilen Mehmetçikler de oldukça çoktu.Yani İngilizlerin yanında, din kardeşi olduğumuz halde, ikinci düşmanımızda bu Arapların ihanetiydi.
Her zorluğa katlanarak Irak’ı savunan yüz binden fazla Türk ordusundan kala kala On bin kişilik bir tümen haline gelen kuvvetle Musul petrollerini Mütareke tarihine kadar
müdafaa emrini almıştık. İngilizler ise Mütareke imzasından önce petrol kaynaklarını ve Musul’u ele geçirmek istiyorlardı.
Dicle grubu olarak ordunun yazılı emri gereğince 22 Ekim 1918’de, şiddetli savaşlardan sonra, Cebel Hamsin savunma hattına geri çekildik.28 Ekimde sağ sahilde savaşan düşmana karşı yarma harekâtına geçen Avcı alayını destekleyen 22 ve 43 üncü alayların yaptığı süngü taarruzu ile İngilizler bozularak kaçmaya başladığında sevinmiştik ama, nedense grup kumandanı İsmail Hakkı beyin yedinci alayla bu kahramanları desteklememesi düşmanı muhakkak olan bir bozgundan kurtardı.
Artık bizi kurtarmaya geleceklerden ümidimizi kesmiştik. Her iki tarafta ellerindeki cephaneyi harcıyor, bir birlerini yok etmeye çalışıyorlardı. Etraf yaralı ve şehitlerle dolmuştu. Sağ kalanlarında dudakları susuzluktan çatlamıştı. Uykusuzluk ve açlıktan bitmiştik.İşittiğimize göre Musul’da 1917-1918 yıllarında açlıktan ölenlerin sayısı 16.000 kişiydi.
29-30 Ekim 1918 mütareke gecesi, her iki tarafta ateş kesmiş,ölü ve yaralıları ile meşgul iken, grup kumandanı İsmail Hakkı bey; cinayet işlemiş bir suçlu gibi düşünüyor ve çevresinden terler akıyordu..Nihayet alay kumandanlarını çağırdı ve onlarla yaptığı uzun bir müzakereden sonra; gurubun artık bir daha savaşamayacağına,devam edildiği taktirde beyhude kırılmak olacağından, ne acıdır ki, yarın düşmana beyaz bayrak gönderiyorduk.
Biraz sonra askerlerimiz silah ve süngülerini kırarak teslim olmak için karargâha doğru toplanmaya başladılar. Bir birleri ile Helallaşanlar, dürbün ve madalyalarını parçalayanlar, şanlı-şerefli-altın ve gümüş imtiyaz madalyalı alay sancağını yakanlar, saçlarını yolup hüngür hüngür ağlayanlar, şehit ve yaralı arkadaşlarına sarılarak yürekler parçalıyorlardı.
Bizi bu şekilde gören süngülü düşman askerleri şaşkınlıkla izliyorlardı. Biran oldu ki her birimiz bir düşman askerine sarılmıştık, ama boğuşmak için değil, bir yudum su ve bir lokma ekmek için. Düşman askerleri sanki bizi esir almaya değil, yardım etmeye gelmişlerdi.’
Rahmetli Nurettin Peker şöyle devam eder;
‘Bir öğle vakti Musul ve Geyyare gazının kilometrelerce güneyinde Çırnaf sırtlarında esir olduk. İngilizler haklı olduğumuz halde, mütarekenin 7.inci maddesinden faydalanarak, Musul ve petrol kaynaklarını işgal ettiler, ve bir daha da çıkmadılar.
Bizleri esir aldıklarına sevinen ve ancak acıklı durumumuza üzülen İngiliz generali şöyle seslendi: “Yıllardan beri Irak kıtasını Büyük Britanya ordularına karşı şerefle savunan Türk ordusunun özü olan şu bir avuç kahramanı esir almak şerefi bana nasip olduğundan ötürü bahtiyarım. Ancak, sizleri bir harp esiri gibi değil, aldığınız İngiliz esirlerine karşı iyi davranmış bir savaşçı gibi kabul ediyorum. Üzülmeyiniz. Askerliğin cilvesidir, her isteğiniz karşılanacaktır”.
İngilizlerin 30 Ekim 1918 günü yayınladıkları bildiride; bizden 643 subay,10679 er,3085 katır ve 50 top esir aldıklarını söylediler. Aynı günlerde İngilizlerin savaşan silah, süngü ve mızrak adedinin 30.000’den az olmadığını, bizim top başına 5 mermi mevcuduna karşın, onların sayısız atışlar yaptığını, bizde olmayan zırhlı arabaları ile uçaklarını tarih huzurunda açıklarken, Türkün ezeli kahramanlığını saygı ile anıyorum
İngilizler işte bu şekilde mütarekeden önce bu bereketli petrol kaynaklarını da elimizden almış bulunuyorlardı.
Bütün bunlara rağmen Irak’ı elimizden almak üzere gelen İngilizlerle canla başla savaşarak geri çekilmekle beraber Selmanıpek, Küt-ül Emare, Felâhiye gibi yerlerde muzaffer savaşlarda kazanmıştık. İngilizlerin gün geçtikçe artan kuvvetlerine karşı kaçıp dağılan Araplardan sonra Türk asıllı kalan birliklerimizin kuvveti geddikçe azalmıştı.. Böyle olduğu halde Küt-ül Emare savaşında İngilizlerden 5 Generalle birlikte 15 bin kişilik bir kuvveti de esir almıştık..
73 yaşında bu satırları yazarken 26 yaşında bu olayları yaşamış bir Türk oğlunun gözyaşlarını tutmasına imkan var mı?.Bugün veya yarın Irak hükümeti ile dost olabiliriz.Biz Türkler orada sömürgeci değildik,din kardeşleriydik.Hatta yüzyıllardan beri Arapların bizi sömürmesine göz yumacak kadar şerefli koruyucularıydık.’
Hindistan esaretinden döndükten hemen sonra doğruca Kurtuluş Savaşımıza da katılan ve Sakarya Savaşları sırasında yaralanıp kurtulan muharip gazilerimizden rahmetli Nurettin Peker’in Musul Petrollerini Nasıl kaybettin adındaki yazısı da kısaca böyle bitiyor.
Aradan tam 100 yıl geçti. Şimdi Irakta yine savaş var. Hem bu sefer orada yalnız İngilizler değil, otuzun üstünde çeşitli çıkarcı uluslar var. Irak’ı idare edenler ise; bizim yardımımızı istemiyorlar.
Demek ki:Bir asır önce orada çarpışanların gözü ve sözleriyle;“O yıllar İngilizlerle çarpışırken ikinci düşmanımız Araplardı” sözleri çok doğruymuş. Ve hiç değişmemiş.