Şu anda Türkiye’nin birçok yerinde, bilhassa da doğu illerinde, yoğun kar yağışından insan ve hayvanların nasıl etkilendiklerini televizyonlardan izlerken (Allahtan ümidimizi kesmiyoruz ama) son yıllarda böyle bir yağışa hasret kalan bölgemiz ile çocukluk yıllarımı içinde yaşadığım kendi köyüm (İBRALA) Yeşildere’deki o eski kış günlerindeki yaşantımız aklıma geldi.
Hani o yıllar köyümüz ve civarlarına da günlerce durmadan yağan kar sebebiyle, meralarda bulunan, onbinlerin üstündeki, her birinin sürüsü de olan develer, beygirler, sığırlar ve koyun keçi cinsinden bütün hayvanların köye gelip, elle beslenmeye başlandığı, hem insanlar ve hem de hayvanların adeta iç içe yaşadığı, o zor eski günler.
Civarımızdaki dağlarda bulunan, metrelerce kadar olmasa bile, köyün içine de en azından yarım metreden de fazla yağan karlar, tamamı toprak örtülü olduklarından evlerin, ağıl, ahır gibi bütün binaların üzerine de yağdığından, bilhassa ikindi sonrası, birazcık olsun kar yağışının ara vermesinden de istifade edilerek, ellere alınan tahta küreklerle damlardan aşağılara kürünür, üzerine biraz saman saçılarak, yine tahta çıkrıklarla, yuvak denilen merdane taşla yuvularak toprak sıkıştırılır, suların aşağıya akması önlenirken,o an bacalarından dumanlar tüten her evin üzerinden, yuvak çıkrıklarının da sesini duyardım..
Ancak, bu defa da damlardan kürünen karlar sebebiyle; zaten dar olan yollar kapanır, bilhassa ağıl ve ahırdaki hayvanların sulanması için çeşmeye veya ark başına götürülmesi bile zorlaşırdı.
Belirli bir zaman diliminden sonra da ilkbahar aylarında; önce köyün kuzey doğusundaki Pınarkolu ve güneyindeki Döşeme mevkiindeki karlar, yavaştan erimeye başlar, tabiat ana uyanır, tazecik ve tertemiz çeşitli otlar, çimenler ve çiğdemler çıkar, hayvanlar tekrar meraya yönlendirildiğinden , hayatta yavaş yavaş normale dönerdi.
Okul haricinde mahalleden kızlı oğlanlı arkadaşlarımla, o yıl yeni doğmuş oğlak ve kuzularımızı evimize yakın olduğundan döşemeye çıkarır, hem onları orada otlatırken, bizde elimizdeki ucu sivri değneklerle çil, çiğdem çıkarır, çeşmenin demir oluğundan önünde taştan veya tahtadan yapılı yalaklarına, bol bol akan sularından, hayvanlarımız sulanır, bizlerde oluğundan akan suları içer, temizliğimizi yapardık.
Çeşmenin suları o kadar çoktu ki, fazla sular hemen yanına yapılan bir Havt (Beton havuz)’da toplanır, Döşemenin altındaki bahçeler de münavebe usulü ile bu su ile sulanırdı. Son gittiğimde, hem yukarıdaki ve hem de aşağıdaki çeşmenin suyunun, tamamen kuruduğunu da görmüştüm. .
Şimdi o çeşmelere gidip; “Son yıllarda neden sularınız kesildi?” diye sorsaydım eğer, onlarda dile gelip söyleseydi. Acaba neyi söylerdi ki?
Dağ tarafındaki tarlalarından çeşitli mahsuller aldığımız, meralarında hayvanlarımızı otlattığımız, ormanlarından kışlık odun ihtiyacını karşıladığımız, hatırımda kaldığı kadarıyla; Tuzaklı, Çayırkuyu, Meğil, Enece ve Kalıf diye isimlendirdiğimiz mevkilerimizile birlikte, batıdaki Nalıma, Adabendi, Kızılcakuyu, Denircik,Cemel ve Kayaönü ile Kuzeyimizde, ta demiryolundan bu taraftaki, sulanan, mümbit arazili Unu, Ova ile köye doğru uzanan Kulaca, Tekke, Mendik, Kınık, Ovacık, Demirci, Akpınar gibi sulanmayan mevkilerdeki arazilerimiz de de; kuyu,çeşme ve pınarlarımız olduğunu hatırlarım..
Bu yörelerden Akpınar, Unu (Huni) veya Ova’dan bir başkasının hizmetinde çalışırken veya ara sırada kendi hayvanlarımızın saman ihtiyacı için, önümde saman veya
arpa/buğday yüklü merkeplerle köye kadar, bende birçok kere yolculuk ettim..Bir taraftan yaz gününün sıcağı, öbür yandan hayvan ve insanların devamlı gelip geçmesi ile kabaran toprağın tozu ile bunalır,yol boyunda bulunan aşağı ve yukarı kuyulara varıncaya kadar, susuzluktan dudaklar çatlardı.
Kuyulara varıldığında; bazıları avuç avuç, çoğu da yatarak kana kana ağızları ile su içerlerdi. O kuyulardan hatırlayabildiklerimden biride; çatısındaki ağaçlar üzerinde gelip geçenlerden bazılarının, çok kısa, anlamlı bir cümlecik yazısının altında imzalarını da görürdüm ki, işte o ağaçlardan birinde; eski yazı ile yazılmış bir cümlenin altında, rahmetli babamın imzasını da okumuştum. Çoktandır görmediğim, ancak ta Yunus Emre’nin atalarından beri kullanılmakta olduklarını tarihi kitaplardan öğrendiğim bu iki kuyu ile Tekke, Mendik, Kınık, Akpınar, Kulaca ve yukarıda yazdığım dağ tarafındaki kuyu, çeşme ve pınarların son durumlarını da bilemem. Ancak, çok eski yıllardan beri atalarımın ve o köyden ayrılıncaya kadar şahsen kendimin de içtiği, ayrıca bütün canlılar ile birlikte, hem insan ve hem de hayvanlarımıza, o çöl arazide, abu hayat gibi gelen ve cana can katan sularını biliyorum.
Ovacık denilen yerde, kuyu olmadığından, suda yoktu. Orası için; “Serçe içecek suyu olmayan yer” denirdi. Mecbur olanların; bir taş kovuğundaki, adına Kakrık denilen, kış sularının biriktiği, içinde çekirge ve çeşitli böcek ölüleri ile kirlenmiş sulardan içtiği söylenirdi..Şimdi kimlerde olduğunu bilmem ama Ziraat Bankasında çalışırken orada Vakit Özırmak arkadaşımın arazisinde; Toprak Su Kredisiyle, bir derin kuyu açtırmış ve bol miktarda suyu da çıkmıştı.Yani oralarda ufakta olsa, dolaylı olarak bir emeğimin olduğunu biliyorum..İnşallah şimdilerde de o kuyudan, susuz olan bütün canlılar istifada ediyordur.
İşte şimdi aklıma geliyor da; ta ovadan köye gelinceye kadar olan kıraç arazi üzerindeki kuyulara, varsa çeşmelere;“o bildiğimiz sularınız hala varmı?”diye sorsam, onlarda dile gelip söyleselerdi. Acaba ne söylerlerdi ki!
Bizim kuşağın bildiği sularını yukarıda Pınarkolu mevkiinin buz gibi ve bol sularından alıp, gece gündüz hiç durmadan akan, kendimizin ve hayvanlarımızın su ihtiyacını karşıladığımız, köydeki o tarihi çeşmelerde, çoktan ortadan kalktılar. O yıllardan bildiğim köye yakın yerlerde bulunan misal, Körseyvat, Tuzlupınar, Karabayır ve Guzin Pınarlarını hala hatırlarım. .
Şimdi aklıma geldi de; yukarıda saydığım çeşme ve pınarlara;“hayatınız boyu, şimdiye kadar, o cana can katan sularınızla, kaç canlıya can verdiniz?” diye sorsam, onlarda dile gelip söyleseydi, acaba ne söylerlerdi ki .
Bilindiği gibi; köyümüz coğrafi yapısı ile çok eski devirlerden beri birçok kavime, yerleşim yeri olmuştur ki, bu coğrafi yapılardan en önemlisi de, içinden geçen ve oraya can veren İbrala Deresidir.
Yukarıda da bahsi geçen, o yıllarda köyümüze ve civarına yağan bol karlar, bahar ayları ile birlikte ‘ölü yeli’ de denilen lodos rüzgârlarının esmeye başlamasıyla, daha yukarıdaki yüksek dağlardan ve köye gelinceye kadarki, yılların sel suları ile dereye doğru açtığı koyaklardan da beslenerek, bazı yerlerde yatağından çıkar, tarla ve bahçeleri de basarken, köy içindeki aşağı tarihi köprüye girerken, o dar yatağından, büyük bir coşkuyla akardı. Bilhassa çocukluk yıllarımda bu harika coşkuyu seyretmek için köprüden saatlerce bu manzarayı seyrederken, gözlerimin sularda daldığı gibi, hayallere de dalar giderdim.
Durulduğunda; hem kendimizin ve hem de hayvanlarımızın çekinmeden suyunu içtiği, içinde çeşitli balıkların kaynaştığı, göbetlerinde (havuz haline gelmiş yerler) ilk
yüzmeyi öğrendiğimiz, akşamları kurbağaların seslerinden bile rahatsız olduğumuz günler, dün gibi hatırımdadırlar.
O yıllarda deremiz köyün sulanan bütün tarla ve bahçelerine can vererek, hem insanlarımız ve hem de hayvanlarımız için, belirli bir toprak parçasında, daha çok ve çeşitli ürünlerin yetiştirilmesini sağladığı gibi, köydeki üç adet değirmenin de, daha ucuz bir masrafla işletilmesinde, büyük rolü olurdu.
Bildiğim kadarı ile, deremiz o eski yıllardaki deli dolu aylarca aktığından, ova köylerini bile tehdit edip korkutan o coşkulu sularına güvenilerek; başta kıraç arazilerin sulanması için düşünülen İbrala Barajı, geçen yıllarda Cemel denilen sınırlarımız içinde tamamlanarak bitirildi.
Son yıllarda yurdumuzda da baş gösteren tatlı su kaynaklarının azalması, nüfusun köylerden şehirlere akması gibi, sebeplerden bazı şehirler gibi Karaman’ımızın içme suyu problemleri de ortaya çıkmış, barajın suları yeniden programlanarak, içme suyu haline getirilmesi için, gerekli arıtma tesislerinin yapılmakta olduğunu biliyoruzki, bu hali ile birlikte, deremiz yine insanlarımızın hizmetinde.
Şu anda kenarlarında hala söğüt ağaçlarının olduğu deremiz; içindeki eskiden adına ‘şımarı’ dediğimiz (çeşme artık suları) kadarı olan, kol kalınlığında, oda kokuşmuş suyu ile karşılaşırız ki, bilhassa deremizin o eski dopdolu ve coşku ile akan sularını bilen bütün Yeşildereliler ile birlikte, yanına kadar varıp; “size ve sizin o eski bol, tertemiz akan sularınıza ne oldu?” diye sormuş olsaydık, deremizde dile gelip söylesebilseydi, acaba neleri söylerdi ki?
Son yıllarda bütün dünyada olduğu gibi yurdumuz içinde, önümüzdeki yüz yıla bile kalmadan, dünyadaki mevcut tatlı su kaynaklarının kaybedileceği söyleniyor.ki buna en büyük sebep yine insan olarak bizleriz.Çünkü onları hiç düşünmeden kirletiyoruz.
Ben bu yazımla; bilhassa bir zamanlar, yukarıda saydığım yerlerde, sayısız anıları ile oralardaki işi için ter dökmüş, nasırlı ellere sahip, şimdilerde ise, artık köşesine çekilmiş kişilere tekrar hatırlatmak, en önemlisi de; “Gitmesekte, Görmesek te, O köy bizim köyümüzdür” diyebilen bütün Yeşildereli’lere, içinden kopup geldiğimiz, bazılarımızın hala, bazılarımızın da atalarının hayatında derin izleri olan, yukarıda saydığım mevkilerimizi,bir zamanlar sularından kana kana içtiğimiz çeşme,pınar,kuyu ve akarsularının dünkü ve bugünkü durumlarını hatırlatmak;
Yaz kış demeden, çoluk çocuk hep birlikte bizleri yetiştirmek için çalıştığından, elleri nasır tutmuş, nur yüzlü, iltifat ve ikramını yabancılara bile esirgemeyen, ruh güzelliğine sahip, çoğunu yine o topraklarımızda bıraktığımızdan, bizlerin duasına muhtaç,fırsat buldukça kabirlerine kadar gelmemizi bekleyen, o atalarımızı tekrar anmak için,onların anısına yazdım.Ruhları şad olsun.
(Devamı gelecek yazıda)
NOT:
Bilhassa son günlerdeki terör ve diğer sebeplerle ahrete göçen bütün şehitlerimize rahmet ,yakınlarına ve yurdumuza baş sağlığı dilerken, önümüzdeki günlerde idrak edeceğimiz 2017 yılının önce yurdumuz sonrada bütün dünya insanları için savaşsız, barış ve huzur dolu günler ve birlik ve beraberlik içinde nice yıllar.dilerim.Hoşça kalın.