Ara sıra bazı kesimler, “paranteze almak” ve “reklam arası” benzetmeleriyle boy gösterme uğraşı içine giriyorlar. Acaba bu kesimler, belirli yerlere göz kırpmak, bazı yerlerden pirim almak gibi anlayışlarla mı bu davranışlar içine giriyorlar; yoksa bu davranışlarda bulunmaları için belirli yerlerden emir mi alıyorlar veya belirli çevrelerce mi görevlendiriliyorlar? Bu tür davranış içinde olanlara ikbal peşinde koşanlar demek yanlış olmaz inancındayım.
Acaba bu yaklaşımlarda bulunan ikbal peşinde koşanlar; yoksulluğun, yolsuzluğun ve de yasakların ortadan kaldırıldığına mı inanıyorlar?
Yani “un elendi elek duvara mı asıldı” da sıra parantez açmaya ve de reklam arası vermeye mi geldiğini düşünüyorlar?
Bu ikbal peşinde koşanlar, kendi kendini bitirmiş ve tükenmiş Osmanlı’nın sürmesi için çağdaş ve dinamik cumhuriyeti paranteze almaya kalkışıyorlar, parantez kapandıktan sonra Osmanlı devam edecek!
Ülkemizde yaygın olarak kullanılan bir söz vardır. “Ya sayı saymasını bilmiyorlar ya da dayak yememişler” diye. Bu ikbal peşinde koşanlar, atalarının mezar taşlarını okuma sevdasına düştüler ama yakın tarihimizden bile haberleri yok ya da işgal altında yaşamanın ne anlama geldiğini bilmiyorlar.
Böylece bu ikbal peşinde koşanlar, bilerek veya bilmeyerek ülkede bir kutuplaşma yaratma çabası sergiliyorlar.
Bu zihniyetler için tarih, üzerinde Ruhuna Fatiha yazılı olan atalarının mezar taşlarıyla övünmekten ibaret oluyor adeta!
Tarih, orasından burasından yontularak değerlendirilemez. İkbal peşinde koşanlar, Cumhuriyeti parantez içine hapsederek, Panturanizm’i gerçekleştirip, yeryüzündeki bütün Türkleri bir araya mı getirecekler; ya da Panislamizm’i gerçekleştirip Müslümanları Hilafet altında mı toplayacaklar?
Aslında bu ikbal peşinde koşanlar, parantez içine cumhuriyeti değil, kendilerini alıyorlar. Bunu bir bilseler…
Osmanlı I. Dünya Savaşı’nda yenilince 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayarak, savaştan çekildi.
Ne var ki, İtilaf Devletleri, Osmanlı Devletinin belirlendiği bu ateşkes hükümlerini yok sayarak, Osmanlı yönetimindeki toprakları; Batı Anadolu’da ve Trakya’da Yunan, Musul, Kerkük, Çanakkale, Merzifon İngiliz, Güneydoğu Anadolu’da Maraş, Urfa, Antep, Adana, Güney’de Antalya ve yöresi İtalyan işgali altına girdi.
Doğu Anadolu’da da bir Ermeni Devleti’nin kurulması gündeme getirildi.
Osmanlı Hükümeti’nin işgaller karşısında bir nevi teslimiyetçi politikalar izlemesi üzerine Ulusal Kurtuluş Savaşı başlatıldı.
Durum böyle iken Osmanlı Hükümeti, İtilaf Devletleri ile 10 Ağustos 1920 tarihinde kendi idam fermanı olan Sevr Antlaşmasını imzalayarak, Anadolu’nun parçalanmasını kabul etti.
Oysa 28 Ocak 1920 tarihinde toplanan Osmanlı Mebuslar Meclisi Mika-ı Milli kararını alarak, Mondros Ateşkesi ile belirlenen sınırların korunacağını belirtmişti. Bunun üzerine İngilizler, 16 Mart 1920 tarihinde Parlamentoyu basarak, milletvekillerini tutuklayıp, Malta Adasına sürdüler.
Osmanlı Anayasasına göre Osmanlı Hükümetinin imzaladığı uluslararası bir antlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için Parlamentonun onay vermesini öngörüyordu. Parlamento İngilizler tarafından dağıtıldığı için Sevr Antlaşması yürürlüğe girmedi. Bunun yerine İtilaf Devletleriyle 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan ve cumhuriyetin temel taşları niteliğini taşıyan Lozan Antlaşması yapıldı.
Görüleceği gibi, parlamenterler, Osmanlı Hükümeti’nin imzalayacağı ve ülkenin parçalanmasına meydan verecek bir antlaşmayı, aylar öncesinden kabul etmeyeceklerini Misak-ı Milli kararını alarak göstermişlerdir.
İşte ikbal peşinde koşanlar, bu gerçeği görmemezlikten geliyorlar. Ülke bütünlüğünü korumaya çalışan ve bu alanda kararlar alan ve Kurtuluş Savaşını yapanlar yerine kendi saltanatını korumaya çalışanları tercih ederek, Misak-ı Milliyi savunanlar ve gerçekleştirenleri parantez içine almaya veya reklam arası yapmaya çalışıyorlar…
Misak-ı Milli kararını alanlarda, Misak-ı milliyi gerçekleştirenlerde Osmanlı Devleti’nde yetişen aydın, yurt sever asker ve sivil bürokratlardır.
Ayrıca şunu da belirteyim: Anadolu topraklarında Selçuklu Devletini, Osmanlı Devletini ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran unsur Türk’tür. Bu nedenle de bu ülkenin adı Türkiye’dir…
Cumhuriyeti Osmanlı parantezine almaya çalışan bu ikbal peşinde koşanlar, Osmanlı’yı da Selçuklu parantezine alacaklar mı acaba?
Acaba bu yaklaşımlarda bulunan ikbal peşinde koşanlar; yoksulluğun, yolsuzluğun ve de yasakların ortadan kaldırıldığına mı inanıyorlar?
Yani “un elendi elek duvara mı asıldı” da sıra parantez açmaya ve de reklam arası vermeye mi geldiğini düşünüyorlar?
Bu ikbal peşinde koşanlar, kendi kendini bitirmiş ve tükenmiş Osmanlı’nın sürmesi için çağdaş ve dinamik cumhuriyeti paranteze almaya kalkışıyorlar, parantez kapandıktan sonra Osmanlı devam edecek!
Ülkemizde yaygın olarak kullanılan bir söz vardır. “Ya sayı saymasını bilmiyorlar ya da dayak yememişler” diye. Bu ikbal peşinde koşanlar, atalarının mezar taşlarını okuma sevdasına düştüler ama yakın tarihimizden bile haberleri yok ya da işgal altında yaşamanın ne anlama geldiğini bilmiyorlar.
Böylece bu ikbal peşinde koşanlar, bilerek veya bilmeyerek ülkede bir kutuplaşma yaratma çabası sergiliyorlar.
Bu zihniyetler için tarih, üzerinde Ruhuna Fatiha yazılı olan atalarının mezar taşlarıyla övünmekten ibaret oluyor adeta!
Tarih, orasından burasından yontularak değerlendirilemez. İkbal peşinde koşanlar, Cumhuriyeti parantez içine hapsederek, Panturanizm’i gerçekleştirip, yeryüzündeki bütün Türkleri bir araya mı getirecekler; ya da Panislamizm’i gerçekleştirip Müslümanları Hilafet altında mı toplayacaklar?
Aslında bu ikbal peşinde koşanlar, parantez içine cumhuriyeti değil, kendilerini alıyorlar. Bunu bir bilseler…
Osmanlı I. Dünya Savaşı’nda yenilince 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayarak, savaştan çekildi.
Ne var ki, İtilaf Devletleri, Osmanlı Devletinin belirlendiği bu ateşkes hükümlerini yok sayarak, Osmanlı yönetimindeki toprakları; Batı Anadolu’da ve Trakya’da Yunan, Musul, Kerkük, Çanakkale, Merzifon İngiliz, Güneydoğu Anadolu’da Maraş, Urfa, Antep, Adana, Güney’de Antalya ve yöresi İtalyan işgali altına girdi.
Doğu Anadolu’da da bir Ermeni Devleti’nin kurulması gündeme getirildi.
Osmanlı Hükümeti’nin işgaller karşısında bir nevi teslimiyetçi politikalar izlemesi üzerine Ulusal Kurtuluş Savaşı başlatıldı.
Durum böyle iken Osmanlı Hükümeti, İtilaf Devletleri ile 10 Ağustos 1920 tarihinde kendi idam fermanı olan Sevr Antlaşmasını imzalayarak, Anadolu’nun parçalanmasını kabul etti.
Oysa 28 Ocak 1920 tarihinde toplanan Osmanlı Mebuslar Meclisi Mika-ı Milli kararını alarak, Mondros Ateşkesi ile belirlenen sınırların korunacağını belirtmişti. Bunun üzerine İngilizler, 16 Mart 1920 tarihinde Parlamentoyu basarak, milletvekillerini tutuklayıp, Malta Adasına sürdüler.
Osmanlı Anayasasına göre Osmanlı Hükümetinin imzaladığı uluslararası bir antlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için Parlamentonun onay vermesini öngörüyordu. Parlamento İngilizler tarafından dağıtıldığı için Sevr Antlaşması yürürlüğe girmedi. Bunun yerine İtilaf Devletleriyle 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan ve cumhuriyetin temel taşları niteliğini taşıyan Lozan Antlaşması yapıldı.
Görüleceği gibi, parlamenterler, Osmanlı Hükümeti’nin imzalayacağı ve ülkenin parçalanmasına meydan verecek bir antlaşmayı, aylar öncesinden kabul etmeyeceklerini Misak-ı Milli kararını alarak göstermişlerdir.
İşte ikbal peşinde koşanlar, bu gerçeği görmemezlikten geliyorlar. Ülke bütünlüğünü korumaya çalışan ve bu alanda kararlar alan ve Kurtuluş Savaşını yapanlar yerine kendi saltanatını korumaya çalışanları tercih ederek, Misak-ı Milliyi savunanlar ve gerçekleştirenleri parantez içine almaya veya reklam arası yapmaya çalışıyorlar…
Misak-ı Milli kararını alanlarda, Misak-ı milliyi gerçekleştirenlerde Osmanlı Devleti’nde yetişen aydın, yurt sever asker ve sivil bürokratlardır.
Ayrıca şunu da belirteyim: Anadolu topraklarında Selçuklu Devletini, Osmanlı Devletini ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran unsur Türk’tür. Bu nedenle de bu ülkenin adı Türkiye’dir…
Cumhuriyeti Osmanlı parantezine almaya çalışan bu ikbal peşinde koşanlar, Osmanlı’yı da Selçuklu parantezine alacaklar mı acaba?