(Geçen yazıdan devam 3 üncü bölüm)
Bilhassa çoğu eski yerleşim yerleri ve şehirlerin dışardan gelecek düşmanlarından kolayca korunmaları için bir sığınak yerleri veya bir kaleleri olduğunu görürüz. Benim doğduğum yer de çok eski tarihlerden beri bir yerleşim yeri olan (İbrala) Yeşildere’dir ki buranında bu tarife uyan mağaraları ve tam ortasında bir de tabii tarihi kalesi mevcuttur.
Yine biliyoruz ve gördüğümüze göre o yerleşim yerlerin ilk sakinlerinin evleri o sığınağın veya kalenin hemen etrafında dırlar ki sebebi de aniden gelen düşmanlarından kısa yoldan kolayca o kaleye sığınmaları içindir.Sonra gelip yerleşenlerin evleri de bu eski sakinlerinin etrafında olup ,son gelenler ise en sondaki halkalarda ki evlere yerleşmiş olanlardır ki bu örnek bilhassa eski yıllarda Karaman kalesinin etrafında da vardı.
Tarihlere göre Karaman oğulları Oğuzların Salur boyundan gelen Türk ve Müslüman halktan oluşmuş olup birçok yerleri dolaştıktan sonra Selçuklu sultanı tarafından önce Sıvasa sonra da Ermenek, Mut dolaylarına yerleştirilmişler ki tarihi kayıtlarda bu tarih1227-1228 yıllarını gösteriyor....
Karaman oğullarının ilk hükümdarı Nuri Sofi olup 1225 yılında hükümdarlığı oğlu Karaman bey’e devretmiş olduğundan bundan sonra artık tarihlerde bu devleti Karaman oğulları olarak biliyor ve okuyoruz.
Köyümüze ilk defa Türk ve Müslüman olarak ayak basanlarda işte bu Karamanlılardan oluşmuşlardır ki. o güne kadar çeşitli dinlere mensup köy halkı arasına artık azda olsa Müslümanlarda katılmış oluyordu..
Köyümüzün yedi kere dolup yedi kere boşaldığını eskilerden de duymuştum.Bilindiği gibi köy son yıllarda yine boşaltıldı..Atalarımızın çoğunun geldiği Tekke, Kınık ve Mendikte bulunan kocaman mezarlıklara göre buralarda büyük çapta bir insan topluluğunun da yaşamış olduğunu.,tarihi kayıtlara göre oradan en büyük göçünde köyümüz İbraya’ya buralardan yapıldığını, köyün nüfusunun o tarihlerde bir hayli yükseldiğini de anlarız.
Köyde dedelerimden kalan evimiz yakın akrabalarımızla birilikte Kale’nin de hemen hemen son çemberleri içinde olup sanırım benim atalarımın da bu en kalabalık son göçle köye Kınık’tan gelip yerleştiklerini tahmin ediyorum. Çünkü oradan geldikleri için soyadlarını da Kınık olarak alan, evlerinin dedemden kalan evimizin hemen yanında ve tam karşısında olması babamın Dayı diye hitap ettiği, rahmetliler, Ali ve Mehmet Kınık’ın babaları Pekmezci Hasan da denilen Hasan Kınık’ın çok yakın akrabamız olduğunu da biliyorum.
Çok iyi hatırladığıma göre o yıllarda köyde yakın akrabaların evleri bir birine çok yakın olmakla birlikte erkek kardeşlerden veya amca, yeğen gibi çok yakın akrabaların evleri de kocaman bir cümle kapılı yine kocaman sayılan bir avlunun içinde bulunur, gücü yeten erkekler tarlada çalışırken küçükler de o yılların örf ve adetlerini, terbiye ve dini bilgilerini kendi anne babalarından ziyade,buranın büyükleri olan dede ve ebelerinden (Anneanne veya babaanne) öğrenir,kızlar gelin çağına geldiğinde buradan uğurlanır yani ilk sevinç veya ilk acı da bu avlu içindekiler tarafından paylaşılırdı..
O büyük (hayat) avlu’ya açılan kapılarının da iki kapılı ve büyük olmasının nedeni ise o yıllar develerin daha çok nakliyede kullanılmaları, bilhassa harman mahsul ve saman hararlarından oluşan yükleri ile birlikte o kapıdan kolayca avluya girebilmesi içindi ki işte benim doğduğum tek katlı ve tek odalı, tek pencereli evde babamın amcası ile çok yakın ihtiyar bir yakınımızın evleri ile böyle bir avlu içinde bunuyordu. .
Bize bu kocaman kapılı avlu içindeki evlerin köyde demircilik yapan Süleyman adındaki büyük dedemden kaldığını duymuştum. Zaten bizim ailede o dedemin demircilik yapması sebebiyle Demirci Süleyman oğulları lakap ve şöhreti ile anıldığından soyadımızı bu dedemin işine izafeten DEMİR olarak almışız.
Bizlere o kocaman avlulu evi bırakan demirci Süleyman dedemin kabrine kadar giderek “Bize bıraktığın o arsayı ve evleri hangi dedem, hangi tarihte yapmıştı diye sorsam, oda dile gelip söyleseydi,acaba neleri söylerdi ki?.
Gerek babam veya gerekse annem tarafından olup o yıllardaki tabirle dede ve ebelerim ben doğmadan çok önceleri vefat ettiklerinden onları hiç göremedim..Ancak, okuması, yazması hiç olmadığı halde eski yıllarda duyduğu ve gördüğü olayları, masalları ile bir derya olan ifadeleri ile de son derece başarılı sanki bir hatip tarzı ile ve bildiklerini hiç sansürlemeden anlatan bir yakınımız,babamın emmisinin eşi Ayşe yengem vardı ki bilhassa o günlerdeki uzun kış gecelerinin büyük bir kısmını onun dizinin dibinde geçirirdik..
Bugün birazcık hayal gücüm varsa çoğunu ona, o bilge yengeme borçlu olduğumdan onu rahmetle anarken şimdi düşünüyorum şu anda ondan bölük pörçük aklımda kalan şiirlerini bari o yıllar onun ağzından çıktığı gibi bir kâğıda neden yazmadım ki diye:
Şimdi o yengemin mezarı başına giderek şu andaki aklımla sorsaydım eğer, oda dile gelip söyleseydi acaba neleri söylerdi ki?
Cumhuriyeti kuranların ilk önceliği o yılların savaşlarından yorgun ve fakir düşmüş, çoğu sıtma, frengi ve başka başka hastalıkları taşıyan üstelik yüzde 90 okuma ve yazması olmayan çaresiz halkın kalkınmasının köylerden başlaması gerekçesi ve köyümüzün de bir nahiye merkezi olmasından o yıllarda aşağı cami’nin (Kilise den camiye dönüştürüldüğünden (Kilise cami de denir) hemen bitişiğinde beş sınıflı, yarı ahşap o yıllara göre de çok güzel bir ilkokul da yaptırmış,.o yıllar üç sınıflı olan Taşkale köyünün dördüncü ve beşinci sınıfları ile yakın Yörük köylerinden gelen öğrenciler de bu okulda okurlardı. Bu okul’u sanırım 1951 ve ye 1952 yıllarında bir yangınla kaybettik.
Eski çok yapraklı nüfus cüzdanımın birinci sayfasında geçen yılların soldurmasından artık zor okunan iki haneli 28 rakamı var. Bu rakamı yazdıktan sonra “Tevfik, senin okul numaran 28,bu numarayı unutma diye beni 1939 eğitim yılında okula kaydeden de Rahmetli Sırrı Çömlek’çi öğretmenimdi. Bu okuldan 1944 yılının baharında arkadaşlarımla mezun olurken içinde küçücük çeşmesi de olan yemyeşil küçük bahçesinde sınıf öğretmenimiz Süleyman Aşçı’nın son nasihatlerini dinliyorduk.
Başta o okulda emeği olan tüm öğretmenler, öğrencileri ve içlerinde babamda dahil (çünkü o okulun aşağı yukarı otuz yıllık hizmetlisiydi) tümünün ölenlerine rahmet, sağ olanlara da sıhhat dilerken,
Şimdi caminin bahçesi haline gelmiş o okula varıp “hizmetin süresince kaş kişiyi bu irfan yuvasından hayata yolcu ettiniz diye sorsaydım eğer, oda dile gelip söyleseydi acaba neleri söylerdi ki?
Memuriyetim sırasında ve emekli olduğum süreden itibaren her fırsatta küçüklüğümdeki anılarla dolu olan köyümü ziyaret ediyorum ama artık araba kullanmam sakıncalı olduğundan tek başıma gidemiyorum. 2016 yılındaki ziyaretlerimin en sonuncusu çocuklarımla birlikte 2 Eylül Cuma günü olmuştu.Bundan sonraki hayatımda buraları tekrar görüp göremeyeceğimi bilmem ama bu konuda dileğim ve arzum hala var..Ben yinede çok sevdiğim bu topraklara şimdilik veda ederken tekrarı içinde de dua ediyorum...
Korun dibine geldiğimde rahmetli Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder” diye başlayıp uzunca devem eden o meşhur 35 yaş şiirinin son iki satırı “Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında diyen dizelerini hatırladım.
Hani çoğumuzun da Korundibi olarak bildiği köye girişteki yukarı yol üzerinde de Musalla taşı var. Çocukluğumda köyden ayrılmadan önce o yıllardaki birlik ve beraberlik ruhu,vefa borcu ve örf, adetlerimizin icabı köyümüzden yüzlerce kişinin, hatta o günlerde vuku bulan bir tifüs salgını sebebi ile genç ihtiyar demeden günde iki üç kişinin tabutlarına el attığımı, o taş üzerinde kılınan namazlarından sonra aşağı ve karşıdaki mezarlıkta öbür dünyaya yolcu ettiğimi de hatırlarım. Yakınlarımdan en son yolcu ettiğim kişi ise rahmetli babam olmuştu..
Şu anda aşağı yukarı köy boşaltılmış bulunduğundan adı geçen Musalla taşının da yükü azaldı. Ancak ben yinede adı geçen Musalla taşına, “Ey Musalla taşı kaç yıldan beri buradasın, şimdiye kadar kaç kişiyi bir namaz süresi de olsa sırtında misafir ettin” diye sorsaydım, oda dile gelip söyleseydi acaba neler söylerdi ki.?
Hoşça kalın.