Karaman Haberleri - KGRT Karaman - KGRT Haber - Son dakika - Karamanın Sesi - Radyo 103 FM - Ermenek - Kazımkarabekir - Ayrancı - Sarıveliler - Başyayla - Karaman Güncel Haber
2018-04-11 15:23:45

CAN ARKADAŞLARIMDAN İKİNCİSİ POLİS EMEKLİSİ HASAN HÜSEYİN DİK’İ DE KAYBETTİK

Tevfik Demir

11 Nisan 2018, 15:23

Geçen hafta içinde kendisine telefonla bizzat ulaşıp zar zor konuşabildiğim, ikinci telefonumda ise; biricik kızı Ayten’in cevabına göre; babasını artık iki kişinin koltuklaması ile zaruri ihtiyaçlarına bile ancak götürüp getirdiklerini öğrendiğim, hayatımda en çok candan sevebildiğim iki kişiden biri, köyümüzde hemen evimizin yakınındaki evleri münasebeti ile sokağa ilk çıkabildiğim günlerden beri tanıdığım Hasan Hüseyin Dik olmuş, ikincisi de; İlkokulun dördüncü sınıfından itibaren, Yukarı Mahalleden, Kellecilerden Hüseyin Demirtaş olmuşlardı..

Genç sayılan yaşta kaybettiğimiz Hüseyin Demirtaş arkadaşımı Karaman’ın Sesi Gazetesi ve internet sayfalarında 03 Mayıs 2016 tarihinde ‘Arkadaşım Başkomiser Hüseyin Demirtaş’ başlığı ile yazdığım bir yazıda, teferruatı ile anlatmıştım.. O arkadaşım doktorunun bütün ısrarlarına rağmen sigarayı bir türlü bırakamadığı için, 21 Haziran 2016 günü göğüs kanserinden hayatını kaybetti.

Hasan Hüseyin’e gelince:

Yukarıda da yazdığım gibi; mahallemizde bize çok yakın, hani o eski evimizin avlusunun kapısı kadar büyük, yani eski nakliye hayvanları develerin yükleri ile birlikte rahatça geçebildikleri büyüklükte, iki kanatlı kapısı da olan, zengince bir ailenin, Ebiş adında, dul ve otoriter bir hanımın, iki oğlunun küçüğü Ebişlerin İsmail, büyüğü ise yani arkadaşım Hasan Hüseyin’in babası da Ebiş Alisi olarak anılan kişilerdi.

Yine sanırım o otoriter kaynananın verdiği adlarla; İsmail’in eşini Zeynep Gelin, büyüğü olan Ali’nin hanımını da Ayşe Gelin olarak çağırmasından, o hanımlar benim zamanımda, mahallede de, bu adlarla bilinir ve anılırlardı.

Ali Amcanın yaşça büyük olması ile, ilk olarak şu anda lakabını hatırlayamadığım birilerinin kızı ile evlendirilmiş ve Çukur Sokak veya Harun Yeri denilen yokuşun hemen sağında, çıkmaz ve kısa bir sokakta, iki katlı, üstünde iki odası, altında da ahır ve samanlığı olan bir evde oturuyorlardı.

Arkadaşım benden iki veya üç yaş büyük olmasına rağmen, mahallede akran bazı arkadaşlar olsa da, biz birbirimizle çok iyi anlaşmış olduğumuzdan rahmetliler Ayşe Teyzemiz ve anam da çocukları olarak; bizlerin bir birimizle böyle çok iyi anlaşmamızı, aile büyükleri olarak benimsemişler, aileler olarak ta kaynaşmıştık. Hatta benim evlenmem sırasında Muhtar da olan Ali Amcam, benimle eşimin nikâh ahdini bile 1952 yılında yapıp onaylamıştır.

Arkadaşımın ailesinin bütün çocukları erkek olup, bizlerden büyük oğlu Mustafa’nın delikanlılığa ilk adımını attığı sıralarda, sigara içtiğini duyan babası, kendisini de örnek göstererek, sigaranın zararlarıyla ikaz ettiğinde, içmediğini söylemiş olmasına rağmen, o günlerden bir gün, yer sofrasında ailecek yemek yerken, en küçükleri Kamil’in cebinin dışında tütün tabakasını yakaladığını; “Baba (Tabaka da diyemediğinden) takabayı tuttum, takabayı tuttum” demesi hikâyesine.

Yine Mustafa’nın benim küçüğüm Ali ile O’nun akranı, arkadaşımın küçüğü Hasan’ın trenle İzmir’e kaçmak üzere iken, ovada nasıl kovaladığı hikâyesine ailecek çok gülmüş ve hele arkadaşımın annesinin; ikisini her gördüğünde, ‘Bizim İzmirliler’ diye hitap ettiğini her hatırladığımda hala gülerim.

Hasan Hüseyin ve benim ikinci derecede arkadaşlarımızdan biri; sonradan bacanağı da olan, Tilkicinin Sadık, ve her ikimizin akrabası da olan İrebiye (Rabiye’nin) Ömer’di. Ömer hem anadan ve hem de babadan öksüz olduğundan, çoğu kez sessiz, ve gariban görümlü biri olup, bizim ve bilhassa Hasan Hüseyin’in, o kış gününün uzun gecelerinde, O’nun evinde, eşi Zühre’yi bir yakınına gönderip, sık yaptığımız ama tam tutturamadığımız halde, yine de yediğimiz pişmaniyeleri, onların unlu artıkları ile kirlettikten başka, bir birimizle boğuşurken evin altını üstüne getirmemize rağmen, hem kendisinin ve hem de eşinin şikayet etmemesine şaşar, aramızda takdir de ederdik..

Ömer’i; o yıllardaki imkânsızlıklardan, apandisitten çok genç yaşında, Sadık’ı ise; orta yaşlarda, ailesinden gelen genetik böbrek yetmezliğinden, kaybetmiş oluyorduk.

Hasan Hüseyin arkadaşım, sanırım bizden yaşça da büyük olduğundan, daha cesurca hareketleri ile köyde belli ve dedikodulara karışmış kız ve kadınlara laf attığına göre, birazcık çapkıncaydı. Bir de aşağı yukarı bilhassa mahallemizden hepimizin aklımızdan geçirdiğimiz ve ileride onlarla evleneceğimizi düşündüğümüz ve hata çoğu, bu kızların da bizlerin bu konudaki düşüncelerimizi bilip benimsedikleri halde, o günlerde hedeflediğimiz kızların hiç biri ile evlenme işlemimiz olmamış ve başka başka kimselerle evlendirilmişlerdi..

Bu arkadaşlarla çocukluğumuzun her yönünü doya doya yaşarken, ilkokul hayatımız da artık tamamen bitmişti. Bir düşünürümüzün sözlerinde olduğu gibi; “Halk şerleri hay reyler, Zannetme ki gayretler, Görelim Mevla neyler, Neylerse güzel eyler” der.. İşte o yıllarda Köy Enstitülerinde olduğu gibi, yalnız köy çocuklarının kabul edildiği, üç yıllık yatılı Ziraat Okulları da devreye sokulduğundan, o yıl içinde mezun olanlardan Hasan Hüseyin ÖZTEN, İbrahim ÖZER, Halil GÖKDOĞAN, Ali KARAYUMAK, Hasan ÜNLÜER, çok sevdiğim arkadaşlarımdan da Hüseyin DMİRTAŞ ve Hasan Hüseyin DİK olmak üzere yedi arkadaşım Sarayönü’nde adını İsmet İnönü’nün kızı Özden Hanımın adına izafeten; Özden Teknik Ziraat Okulu adıyla açılmış okula kayıtlarını yaptırıp gittikleri halde, ben fakir olan aileme yardım etmek için, komşumuz Memiş Emmiye çiftçi çırak olarak gönderilmiştim bile.

Oysa ayıp olmasın ama o arkadaşlarımın tamamının içinde okumaya en hevesli bendim. Dördüncü sınıfta iken okulun beşinci sınıfları da dahil, en süratli ve yanlışsız okuma yarışmasının da birincisi bendim ama, işte ben o okula bile gidemiyordum.

Zaten üçüncü sınıfın yaz tatilinden başlayan bir başkasının öküzlerini gütme işim başlamış, ilkokul boyu bütün yaz tatillerinde başka başka kişilerin yanında, aynı işi yaptığım gibi, bu iş ikinci yıl benim de okumaya başladığım o Ziraat Okulu yaz tatillerinde bile devam etmişti.

Evet, benim devamlı isteğim ve bazı kişilerin de araya girmesi ile ikinci yıl güzünde mahallemizden Osman Dağ ile birlikte o okula bende giderken; Sıdırova’dan trene bindiğimizde; Karaman’a kadar bizimle gelen babamın; Hasan Hüseyin’e, Tevfik oraları bilmez, sen O’na yardımcı ol; tembini yalnız H.Hüseyin arkadaşıma söylemişti.

1948 yazında ben de o okuldan mezun olmuş, ikinci yıl aynı okulda açılan altı aylık Ziraat Alet ve Makineleri Kursunu da tamamladıktan sonra, 1950 yılının baharında, İslahiye Kazası sınırları içindeki köylerde; İstanbullu bir şirketin çiftliğinde, traktör sürücülüğü ile hayata atılmış, orada kazandığım para ile evlenmiş, sonra da asker dönüşü, iki kere polislik için müracaat etmiş isem de, çeşitli ufak defek sebeplerle kabul edilmediğim için, kötü bir yazı, işsiz güçsüz ve çok zor günleri yaşayarak geçirmiş, iki çocuğum ve eşimin yükünü, yine babam yüklenmiş oluyordu.

Neyse ki 1956 yılı güzünde; köyümüz ilkokulunda dört aya yakın 60 lira ücretle öğretmen vekilliğinde ilk memurluğuma başlamıştım ama, bu geçici bir işti.

Benim durumumu en iyi bilen arkadaşım H.Hüseyin o yıllarda polislik memuriyetini İstanbul’dan Ulukışla’ya taşımıştı ki, bir gün O’ndan aldığım bir haber ile oraya vardığımda, Devlet Demir Yollarına kndüktör alınacağını, dün orada çalışan bir müfettişten öğrendiğini, müracaatın son günü olduğu için, benim adıma yazdığı dilekçeyi o müfettiş eli ile işletmeye gönderdiğini söylediğinde; çok sevinmiş, geceyi orada geçirdikten sonra, sabah bir ara treni ile Adana Garına vardığımda; bizim okuldan da birçok kişi ile karşılaşmış, onların gösterdiği panodaki isim listesinde ismimin kaşısın da Kargamış Gar Müdürlüğü emrine Kondüktör Stajyeri olarak tayin edildiğimi görünce; dünyalar benim olmuş, arkadaşıma bildiğim bütün duaları gönderirken, akan gözyaşlarıma da mani olamıyordum.

Ayni gün sıhhi muayenelerimiz de orada yapılarak, önümüzdeki ayın başında tayin olunduğumuz gar müdürlüklerinde hazır bulunmamız da bizlere tebliğ edildiğinden, Sarayönü’nden arkadaşlarım; Zenden köyünden Hakkı, Sudurağından da Galip Ünver adında iki arkadaşımın da aynı Kargamış Gar Müdürlüğü emrine tayin olduklarını da öğreniyordum..

O gün akşamüzeri trenle tekrar Ulukışla’ya, ertesi gün de köye dönerken arkadaşıma bütün candan teşekkürlerimi O’nu defalarca kucaklayarak tekrarlıyordum.

Köye döndüğümde aileme müjdeyi verirken; anam babam dahil herkes sevinmiş O’na onlar da teşekkür ve dualar etmişlerdi. Aybaşı yakın olduğu için Sudurağı’ndaki arkadaşım Galip’le birlikte, o zamanki Bağdat Ekspresi adındaki trenle, 36 saatlik bir yolculuktan sonra Kargamış Gar Müdürlüğü’ne geldiğimizi bildirmiş, trenin ilk vagonunda bizimle gelen yatak ve gerekli eşyalarımızı da alarak, o gün birlikte kiraladığımız, iki odalı eve bile taşınmış oluyorduk.

Üç aylık bir stajyerlik sonunda; bize parasız tahsis olunan bir vagonda, her ikimizin ev eşyaları gelmiş, önce Galip eşini ve çocuklarını getirip kaldığımız eve yerleşirken, ben de başka bir yerde kiraladığım bir oda ve aralığı olan eve; vagonun bir köşesine konulmuş, çok az ve mütevazı eşyamı getirip koyduktan sonra, çocuklarımı almak için köye vardığımda, kayınvalidemin vefat ettiğini de örenmiştim.

Ancak bekleme zamanım olmadığından; iki gün sonra eşim ve iki çocuğumu da alarak Karaman’dan o meşhur Bağdat Ekspres Treni ile hareket edip Ulukışla’ya vardığımızda; istasyonda bizi karşılayan arkadaşım Hasan Hüseyin’den ikinci bir memuriyet teklifi müjdesini de; annem tarafından uzaktan akrabamız, buranın Ziraat Bankası Müdürü Mehmet İşci; eğer istersem beni buraya takip memuru olarak alacağını söylemişse de, bilhassa eşimin “Zor şer bir memuriyet bulduğumuzu, sonu pek belli olmayan bu yeni teklife pek gönlü olmadığını söylemesine rağmen, ben yine içimden; Ulukışla’nın bize daha uygun olacağını bildiğimden arkadaşıma; eşyalarımızın Karkamış’ta bulunduğunu, onları alıp dönebiliriz sözünü, o akrabamız müdüre iletmesini söyledikten sonra, tren de hareket etmişti.

Trenimiz önce Adana, sonra da askere gitmeden önce bir İstanbullu şirketin çiftliklerinin bulunduğu Gaziantep’in, Fevzipaşa ve İslahiye topraklarından geçerken; üç yıl önceki çalıştığım köyleri de göstererek, izahatta bulunuyordum.

O yıllar Gaziantep-Kargamış hattı olmadığından, trenimiz Suriye topraklarına girer, Halep’den sonra, galiba Çobanbey’den, tekrar Türk toprakları içinde devam edip, Nusaybin’den sonra Irak topraklarındaki Bağdat’a kadar gider, sonra da dönerdi ki, işte bu yol üzerinde Karkamış İstasyonu’nda biz de inip, kiralık evimize varmıştık ama, bu uzun yolculukta, hele çocuklar çok yorulduğundan, hemen yatmışlar, ancak oranın ikliminin çok sıcak olmasından, ter içinde kalmışlardı.

İkinci gün ise; yine sıcaktan bunalan çocuklarımız hemen oradaki kuyudan çektiğimiz suyla doldurduğumuz leğenden çıkmayı bile istememişler, üçüncü günde ise; gözleri çapaklanmaya başlamış ve sonunda göremez haline geldiklerinden, ve o çevrede hala Trahom Hastalığı da olduğundan, korkmuş postahene’ye giderek; arkadaşıma biz oraya geliyoruz. Bankadaki akrabamıza da haber vermesini ve bize bir de ev kiralaması telgrafını çektim.

Eşim dönüşe kararsızdı ama, çocukların durumu ve benim kati ısrarım üzerine sabaha kadar eşyaları balyaladıktan sonra, erkenden Galip arkadaşıma giderek Allahaısmarladık biz dönüyoruz, balyaladığımız eşyaları trene vermesini de rica ettikten sonra, oradaki bazı yolcularla kasasına bindiğimiz bir kamyon, bizi Gaziantep’e getirmiş, akşamüzeri bindiğimiz posta treni ile, ikindi üzeri Ulukışla’ya da gelmiştik. O geceyi arkadaşımda geçirdikten sonra, ikinci gün kiralık eve taşınmıştık.

Cehennem gibi sıcak bir yerden, Ulukışla’nın yayla gibi serinliğinde; çocuklarım da canlanmış ve yavaş yavaş gözleri de açılarak, normal hayatlarına döndüler. İkinci gün; arkadaşımdan aldığımız bir yatak, iki köşe minderi ve battaniye, bir de kilimi, kiralanan evimize sermiş, eşyalarımız gelinceye kadar, bunlarla da idare etmiştik.

İşte bu candan arkadaşım sayesinde bulduğum ikinci işim Ziraat Bankasındaki uzun memuriyetim böyle başlamıştır. O’na ne kadar teşekkür etsem, yine çok az.

O’nu şimdiden özledim. Kendisine riyasız, tertemiz duygular, içimden kopup gelen candan bir dileyiş, yine tertemiz bir kalp ve ihlasla, tekrar rahmet dileğimi gönderirken, kederli ailesine de başsağlığı diliyorum.

Ta çocukluğumdan itibaren okumayı çok sevdiğimden; okuduğum kitaplardan edindiğim, azar azar başlayan Algılama denilen okuma, anlatma, kavrama, sorgulama ve akıl yürütme yeteneklerim de başlamış, Ziraat okuluna geldiğimin ilk günlerinde Tarla Ziraatı Öğretmenimiz Ali Oltulu’nun ilk dersi olan “Toprağın Oluşu” adındaki dersini, o kendine has sesi ile uzun uzun anlatmakla birlikte dersin sonlarında: “Çocuklar. Bütün canlılar gibi, biz insanlar da doğarlar, büyürler, neslini üretip, ölürler. Yani bizler de vademiz bittiğinde Toprak olacağız” dediğinde; o çocukluk yaşımda, içimde duyduğum en derin acı duygular benliğimi sararken, sonunda ben de yakınlarımı birer birer kaybedeceklerimin ilk haberlerini o gün almıştım.

Çocukluk yaşımdan belli bir yaşa kadar; görerek, yaşadığım veya duyduklarım harfi harfine olmasa bile, özelliği ve içeriği, yani mevzusu beynimde, hani o mermer bloklarına yazılan ve silinmeyen yazılar gibi, taze olup hatırımdadırlar..

Aradan geçen yıllardakilerde; belli bir yaşa kadar olanları az çok hatırlasam da son, hele son yıllarda olanların çoğunu unuttuğum gibi, en yakın bir yakınımın adını sorduklarında bile, o anda aklıma gelmediği oluyor.. Onun için çok mahcup duruma düştüklerim de olmuyor değil.

Bilhassa eşimin erken sayılan bir yaşta vefat etmesiyle; evimde yalnız yaşadığımdan, bütün işleri de tek başıma yapmak mecburiyetinde kalıyor, herhangi bir eşyayı öbür odadan almaya vardığımda alacağım eşyayı unutuyor ve acaba ben buraya neden gelmiştim diye bir müddette düşünüyorum.. Bu unutkanlığım sebebi ile, çelik tencere olmasına rağmen, içinde pişirmeye koyduğum yemeği, dalıp gittiğimden yakmışımdır...

Yalnız yaşamak tabii ki hele bir yaştan sonra zordur. Bu sebeple bana ve benim gibi yalnız yaşayanlar için internet sayfalarından aldığım Can Yücel’in “YALNIZ YAŞAMAK” adlı bir şiiri ile, yine hayatında arkadaşın olduğunu sandığın bazılarının arkandan vurmaya çalışmalarını konu alan, şiir şeklinde yazılmış, “SİL” adlı başka bir yazıyı, aşağıda sunarak yazıma son verirken, hepinize selamlarımı tekrar iletir, bilhassa eşlerinizle birlikte hayırlı sağlıklı uzun ömürler dilerim.

1-Yalnızlığa dayanırımda, bir başına asla

Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka

Bir dost göz arayışı ile, saat tıkırdısı ile…

Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla.

Ama; Günün aydın, akşamın iyi olsun diye biri olmalı..

Bir telefon çalmalı ara sırada olsa kulağıma.

Yoksa zor değil, hiç zor değil

Demli çayı bardakta karıştırıp,

Bir başına yudumlamak doyasıya.

Ama; “Çaya kaç şeker alırsın”

Diye soran bir ses olmalı ya arasıra

CanYÜCEL

2- Hayatta var olup ta boş boşa duran,

Senin üzülmeni, zevk haline getiren karakterleri “Sil”

Seni seviyormuş gibi yapıp, aslında menfaatleri için

Yanında bulunan insanları “Sil”

Seni üzen, yıpratan, kullanan, yüzüne gülüp arkandan iş çevirenleri

Bir kalemde “SİL, SİL

Yorumlar (2)

Hasan Hüseyin kalaycı 7 Yıl Önce

Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun inşAllah. İyi insandı bizim de yeni mahallede komşumuzdu.

Banu iğde 7 Yıl Önce

Allah rahmet eylesin nur icinde dinlensin arkadaşınız sizin de kaleminize ve yüreğinize sağlık ne güzel tasvir etmişsiniz sağlıkla kalın saygılar

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.