Bizim hiçbir bayram sabahında başımızın altına saklanmış yeni ve cici ayakkabılarımız olmadı. Hele yeni elbiseyi hiç görmedik. Yaş günü kutlamalarımı.? O da nesi ki? Dini Bayramlarda en büyük arzumuz ellerini öptüğümüz kişilerin vereceği kınalı şekerlerdi. Bunların kâğıtlısını, hele hele çikolata cinsinin adını hiç duymamıştık ki.
Yukarıdaki bölümlerde de belirttiğim gibi; köyün o yıllardaki tek geçim kaynağı iptidai şekilde sabanlarla yapılan çiftçilik ve hayvancılıktan sonra üçüncü olarak da, yine o günlerin bilgilerine dayanılarak, yine iptidai şekilde, yalnız köyün yakınındaki Yukarıdere, Aşağıdere, sonraları da, daha önceki yıllarda yalnız arpa, buğday ve mısır ekilen Karşıyaka’da yapılan meyvecilik ve sebzecilikti.
Doğru dürüst yol, traktör ve başka seri vasıta olmadığından, oralara göçmüş çok az kişi haricinde gidilip gelinmesi uzak ve zor olmasından, Denircik, Kayaönü ve Ova’ya; yalnız hububat cinsinden mahsuller ekilirdi.
İleriyi gören bir nahiye müdürünün biraz da zorlaması ile; Aşağıdere’de Köy Muhtarlığı adına bir kavaklık yaptırmışsa da, o günlerde bunun niye yarayacağını bilen bile yoktu zaten.
O yıllar Allahın en büyük nimetlerinden olan ve taa yukarılardan doğup, köyümüzün hemen önünden geçen, suları bol deremizden, köyün doğuda adına “Bentbaşı” denilen yerden ayrılan bir kol ark (küçük su kanalı), geçtiği yerlerdeki bahçeleri suladığı gibi, biri yukarı, biride aşağı adları ile anılan iki değirmeni de çalıştırdıktan sonra dereye, yine aynı bentten ayrılan ikinci kol diğer ark ta, karşı yakadaki tarlaları suladıktan sonra, ve Hacelilerin Bendinden ayrılıp adına Guzargı da denilen, bir üçüncü arkta, yine bahçe ve tarlaları suladığı gibi, Karşıyaka Değirmeninin çarkını da çevirdikten sonra, diğerleri gibi, tekrar dereye kavuşurdu.,
Geçtiği yerleri yeşilliğe boğan, tarla ve bahçelerimizde verimi, bereketi kat kat artıran deremiz, Ova’ya varıncaya kadar da, bahçe ve tarlalarımızın canına can katarak devam edip, orada dağılıp giderdi.
Binlerce yıllardan beri bol suları ile en çok köyümüzün topraklarındaki bütün canlılara can katarak sürdüren, son zamanlarda en güzel arzuları, genç ve canlı hayatı simgeleyen yeşilliğini köyümüze ad olarak aldığımız, şimdilerde ise; eski yıllardaki kadar olmasa bile, Kızılcakuyu’dan başlayan baraja kadar, sularından yine de faydalandığımız, önü kapatılarak Karamanın içme suyunu temin ederek, insanlığa hizmete devam edecek, tarihi deremiz..
Hani bir zamanlar bahar aylarında coştuğunda; köyümüzde etrafından geçtiğin bahçe ve tarlaları bastığın gibi, İbili, Karşı Değirmen Köprüsü ve şu anda aklıma gelmeyen zayıf köprüleri yıktığın sonrada o meşhur tarihi köprülerinin bazılarına da, sığmadığından kenarından geçtiğin, hele köyün hemen dibinde adına Aşağı Köprü veya Döşeme köprüsü de denilen; Romalılardan mı, yoksa Selçuklulardan mı kaldığını? pek bilemediğim, meraklı biri olarak da; köprünün yan korkuluklarına sıkı sıkıya yapışarak, korka korka dakikalarca seyretmeye doyamadığım, iki gözlü köprüden, bütün haşmetinle, boz bulanık, korkunç sesler çıkararak geçtiğin, suların şimdi nerede?
İlkbaharın sonlarına doğru o boz bulanık sularının renginin normale döndüğü ve berraklaşıp aynaya dönüştüğü, buna rağmen yine de yaz aylarına kadar cesaret edip de, içinden boylayarak geçemediğimiz, suların normale döndüğünde; köyde çeşmelerden uzak olanların içme suyunu bile karşıladığın, temizliğin şimdi nerede?.
Başta Hacı Alilerin bendi olmak üzere; bazı yerlerinde de, her baharda gelen sellerin yarattığı insan boyunu aşan derinliklerde oluşan bir nevi tabii havuzlarda; biz köyün delikanlıları olarak, yüzmeyi sende öğrenirdik. Bir de dini yönden yıkanma mecburiyetinde kaldığımızda; kimseye görünmeden sen de paklanırdık. Sahi, şimdilerde böyle bir mecburiyeti savacak kadar temiz misin?
Ya içinde kaynaşan çeşit çeşit balıkların? Türkiye çapında yalnız iki yerin biri olan sende yaşayan Kayabalıkların neredeler?. Hani ta uzaklardan bile işittiğimiz kurbağa sesleri olurdu.. Yüzlercesi de yanından geçerken suya atlarlardı. Şimdi onların da sesi yok.
Hani bir de temel gıdalarımız olan ekmeklik buğday ve bulguru çok uzak köylerden gelenler gibi değil, hemen yanımızda, senin kuvvetinle çevrilen değirmenler vasıtası ile öğütürdük... Ey Dere’miz. Şu andaki durumunla seni suçlayamam. Daha ne kadar dayanacağını da bilemem.. Seni bu duruma getiren, biz insanlar utanalım,başka ne dileyebilirim ki..
Hikâyemize dönecek olursak: İşte aile olarak temel yiyeceğimiz haricindeki diğer ihtiyaçlarımızı da kısarak, o yıllarda birazı mirastan, birazı da babamın o ufacık maaşı ile alınıp birleştirilen ufacık ta olsa, biri bu yakada, biri de karşı yakada, iki bahçemizin olduğunu, yukarıda anlatmıştım.
Bütün kış boyu iyi havalarda en önemli işim; ahırımızda bulunan, biri merkep, diğeri ineğin gübrelerini, babamın yardımı ile harara (çuvalın büyüğü) doldurup, merkeple, o iki bahçemize taşımaktı. Sonra emmimin öküzleri ve sabanı ile, babam aktarır, ikiler ve ekilecek sebzenin çeşidine göre, babam ve anamın kullandığı, adına “dartma” denilen aletle, karıkları yapılırdı.
Bundan sonra da; yine anam tarafından ekilip, dikilir, zamanı geldiğinde tımarı yapılır ve sonunda yeme zamanına kavuşurduk ki, ta geçen yılki güz aylarında yediğimiz sebzelerden, hemen hemen (eğer o da varsa ıspanak ve pırasa haricinde) yedi ay sonra, yeşil, taze sebzeler ve o yılki meyveleri yeme imkânına, ancak kavuşmuş olurduk.
Bugün ekilip yetiştirilmesi son derece yasak olup, o yıllarda serbest olan, biri (kendirik) kenevir, diğeri de (Haşhaş) afyondu. Bilhassa afyon Karşıyaka ile Bağaltı mevkilerinde bolca ekilir, zamanında, özel bıçaklarla çizilerek, sakızı çıkarılır, tohumundan; yemeklik yağ veya çerezlere karıştırılarak tüketilirken, sakızı Karaman’da satılarak, değerlendirilirdi.
Rahmetli Anamın ekmekten sonra; son hamurları bu afyon tohumlarından çıkmış yağları da kullanarak leğene döşeyip üzerine yine bu afyon tohumlarını da serpeledikten sonra, o tandırda yaptığı sıcacık ve mis gibi kokan çöreklerini, hala hatırlarım.
Kendirik ise; anamın yaptığı gibi olgunlaştığında, altına serilen geniş bir beze sallanarak tohumları alınır, bunlar da (dibek) havanlarda dövülerek; ya batırıklarda kullanılır, veyahut yine kavrularak; bulgur ve çokça buğday kavurgasının içine karıştırılıp, yenirdi.
Meyve cinsinden en meşhuru kayısı, armut, üzümerik, akerik olup, bunlar bolca olduğundan kurutularak kışın çokça hoşaf olarak tüketilir, teker elma, ekşi elma, şeftali, vişne, kiraz gibi mevsimlikler, yazın yenilip bitirilirdi. Yani Amasya, Golden, Starking gibi elma çeşidini henüz bilmiyorduk. Köyün en büyük nimetlerinden cevizi ise; bolca olduğundan, güz günleri aşağı yukarı her damın üstünde kurutulmak için serili görürdük. Bir de çoğu İmambağı mevkisindeki bağlar ile, köyün diğer bahçelerinde çeşitli üzümlerimiz olurdu ki, ondan yapılan en önemli besin kaynağı da, pekmez idi.
Yukarıda saydığım sebze ve meyveler (kurutulanlar haricinde) için; köyde söylenen bir de deyimler vardı ki, onları da şöyle hatırlıyorum.
“Yeşili tattık, derdi attık” (Yeni bir yıla ve bunun şifalı imkânlarına kavuştuk)
“Çıktı bostan ayrıl dosttan, geldi güz dostunu düz” deyimi ile de; bu günlerdeki bolluk ve imkânların, o yıllarda hayali bile edilmediğinin, bin bir emekle yalnız kendi ailesine yetecek kadar yetiştirebildiği, onun da altı, yedi ayda bir defa nasip ve az olması sebebiyle söylenmiş acı birer itirafı olsa gerek.
O yıllardan hatırladığım; yalnız çiftlik gübresi kullanılarak yetiştirildiğinden şifalı, kendilerine has tadı, rayihası ve kokusu ile, seve seve yediğimiz sebze ve meyvelerimiz. Geniş meralarımızda toprağın öz evlatları olan ve kendi kendine yetişen kekik, yavşan, adını bildiğimiz ve bilemediğimiz, daha nice şifalı otlarla beslenen hayvanlarımızın hilesiz et ve sütlerinden yaptığımız çeşitli mamulleri.
O yıllarda daha çok Karşıyaka’nın sulanır tarla ve bahçelerinde çokça yetiştirilen, hasadından sonra da değirmenlerimizde öğütülüp, unları ile saç üzerinde yapılan ekmeğini veya
üzerine bolca afyon tohumları da serpilip, tandırlarımızda pişirdiğimiz, sımsıcak, nar gibi kızarmış ve mis gibi kokan çöreklerini.
Hele biz çocukların emsal arkadaşlarla birlikte köye yakın tarlalardan; olgunlaşması sırasında en büyük koçanlarını koparıp, yine oralarda yaktığımız ateşte pişirip yediğimiz, mis gibi kokan, taze süt mısırlarını, bugünlerde artık, sessiz, bakımsız ve terkedilmiş olan, imam bağındaki çok çeşitli üzüm bağlarından, bekçisine görünmeden aşırdığımız üzümleri ve yine bilhassa köyün hemen altında, Bağaltı denilen yerde çokça ekilen, kozalaklarından çıkararak yediğimiz, tazecik haşhaşları unutabilirmiyiz?
Bugün artık köy halkının pek çoğu şehirlere göç ettiğinden; o İrem Bağları kadar güzel bağlar, bahçeler, viraneye dönmüş, bakımsız ve ıssızlaşmıştır. Bu yüzden; yukarıda saydığım o bütün güzellikler de, mazinin çok gerilerinde kaldılar.. Benim gibi, belirli bir yaşta ve şehirde oturuyorsanız, o eski yıllarda yetiştirip yediğimiz tüm o ürünler ile, bugün şehirdeki pazar ve marketlerden aldıklarımızı karşılaştırdığımızda; şekilleri ile çok güzel, iri ve gösterişli olmalarına rağmen; tat ve rayihalarının çok gerilerde olduğunu hemen anlarsınız. Ayrıca taa tohumlarından itibaren; yetiştirilmesi sırasında kullanılan ve bütün canlılar için zararlı olan, bilemediğimiz ilaçları ise, cabası..
Yeni nesil kardeşim: Hemen hemen Cumhuriyetimizin ilk yıllarında İbrala-Yeşildere’de doğmuş bir hemşeriniz olarak; köyümüzle ilgili bildiklerimi çeşitli tarihlerde Karaman Gazetesi ve internet sayfalarında dile getirmeye çalıştığım gibi; aynı mevzuda; “ESKİZAMAN ÇOCUKLARI” başlığında ve beş bölümde bir kısmını daha bilhassa meraklıları için, tekrar dile getirip, hatırlatmaya çalıştım.
1956 yılında bir adet gazocağı aldığımda; eşim dünyalar kadar sevinmişti. Çünkü o güne kadar köyün tamamı, bu konudaki ihtiyaçlarını; evinin avlusunda, topraktan yapılmış ocaklarda yaktığı odun ateşinde, giderirlerdi.
Dünyadaki akıllı devletler çocuklarını müspet ilimle yetiştirdiklerinden; dev adımlarla ilerliyorlar. Binlerce kişinin yaptığı ağır işler bile bir tek insanın parmağını dokunması ile, anında bitiyor. Bizim gibi uluslar ise; o akıllı devletlerde üretilenlere, milyonlarca dolar ödeyerek, sahip oluyoruz ama, onların da hepsine ve iyilerine değil.
Tek yapacağımız şey; önce birlik ve beraberliğimizi eski günlerdeki gibi kazanmak, üretim ve ihracatımızı arttırmak, çocuklarımızın eğitimini; o akıllı devletlerin çocukları seviyesine, hem de süratle çıkarmaktır. Son yıllarda yurdumuza içten ve dıştan saldıranlar da hepimizin malumudur. Yukarda saydığım sorunlarımızı, ciddi şekilde ele alarak acilen yürürlüğe sokmamız gerekir. Bu işleri yine eskisi gibi savsaklar ve kadere bırakırsak, hele önümüzdeki yıllarda, o akıllı devletlerin yanında, şansımız hiç olmayacaktır.
Hepinize; sorunlarını tamamıyla halletmiş, bilim ve teknikte de ileri, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” dönemlerini tekrar yaşayan, bolluk ve bereketli bir Türkiye dileği ile.
Hoşça kalın. SON